Friday, November 09, 2007

Monizm Tehlikesi Artarken...

Metin Heper’in 1980’lerde Türkiye’deki baskı/çıkar gruplarının durumunu tasvir ettiği “Interest Group Politics in post-1980 Turkey. Lingering Monism” adlı çalışması, Özal yönetimi altında hükümetin nasıl baskı/çıkar gruplarını ve sivil toplumu karar alma sürecinin dışında bıraktığını ve ancak hükümetin siyasetini onaylayan örgütlerin işlevlerini yerine getirebildiklerini anlatır.

Bir ideolojik görüş olarak “pluralizm/çoğulculuk” yaklaşımının tam karşıtı olarak yorumlanabilecek monizm, esin kaynağını felsefedeki “tek bir gerçek olduğu” varsayımından alır. Bu perspektiften meşruiyetini seçmen/milletvekili çoğunluğundan alan iktidar/hükümet ülke için en iyisini bilmektedir ve ikincil siyasal kurumların rolleri de ancak danışmayla sınırlı kalmaktadır.

Önümüzdeki dönemde Türkiye demokrasisini tehdit eden en büyük eğilimlerden biri iktidar partisinde görülmekte olan monizm eğilimidir. Entelektüel mirasçısı olarak tanımladıkları Özal yönetimlerinin de müzmin hastalığı olan monizm; yüzde 47 gibi bir çoğunluğun oylarıyla iktidara gelmiş AKP yöneticilerinin bazılarının dünya görüşleri gibi gözükmektedir. Bu dünya görüşünde:

  • Yüzde 47’lik seçmen çoğunluğu iktidarı her konuda tam yetkili kılmaktadır;
  • Muhalefet partilerinin görüşleri seçmenden aldıkları oy oranı kadar dikkate alınmalıdır;
  • Siyasetin birincil kurumları siyasi partiler, meclis ve hükümet sorunla karşılaştıkları zaman seçim ya da referandum yoluyla doğrudan halka başvururlar;
  • Sivil toplum kuruluşlarına sadece danışılmalıdır, bu kurumların politika üretimine dahil olmalarına gerek yoktur; bu kuruluşlar arasında da iktidarın görüşlerini destekleyenler daha makbuldur.
  • Vatandaşların katılımı seçimden seçime oy vermeyle ya da referandumda iktidarın görüşünü onaylamayla sınırlıdır.

1980’lerin can acıtıcı neoliberal politikalarını uygulamakta iktidara rahatça hareket alanı sağlamak ve politikalara muhalefeti sınırlamak amacı güden monizm, en büyük demokratikleşme adımlarının atıldığı bugünlerde yeniden sahneye çıkmaktadır. İktidar partisinin demokratikleşme konusundaki “içtenlik” sınavının en önemli aşamalarından biri tarif edilen monist yaklaşımdan ne derece uzaklaşabilecekleri ve katılımcı demokrasiye ne kadar “katlanabilecekleri” sorusudur.


ARI Bülten-Ekim'07

Monday, October 01, 2007

Q & A: Emre Erdogan, Infakto Research Workshop

August 30, 2007

TurkeyUS_Aug07_img2.jpgDr. Erdogan is a founding partner of Infakto Research Workshop in Istanbul and a member of ARI Movement, an independent research and educational organization. He spoke with WPO via email.

In the latest Pew Global Attitudes poll, more than four out of five Turks (83%) express unfavorable views of the United States . That’s the second highest percentage (after the Palestinians) among the 10 Muslim nations polled. It’s also a large increase from the modest majority that expressed a negative view prior to the invasion of Iraq in 2002 (54%). What explains this change?

This sudden and rapid decrease in positive attitudes towards the US is an outcome of the invasion. […] Several surveys show that Turks are against the invasion of Iraq because they think that this invasion led to increasing terrorist threats towards Turkey. Turkey has experienced an enduring internal struggle with the separatist PKK and before the invasion of Iraq, this terrorist organization was almost pacified. However, the [overthrow] of the political regime of Saddam resulted in increasing terrorist and political activity of the PKK, under indirect supervision of the Northern Iraq Administration and the US.

Consequently, Turkish citizens associate increased terrorist activity with the opportunity space provided to them after the invasion and perceive the US as responsible for the worsening situation.

The Turkish public (64%) names the United States as the country that poses the greatest threat to their own country in the future. Why would a fellow NATO ally feel so threatened?

The Turkish public perceives the US as the worst enemy of Turkey as a result of intensifying terrorist activities of the PKK in the Southeastern region of the country. The collaboration of the US with the PKK is much more than an urban legend and Turkish media continously present evidence for this collaboration.

Consequently, this intolerance and antipathy towards the PKK [encouraged] the perception of the US as the major enemy of the country. Before the invasion of Iraq, the worst enemy of the country was stated as Greece or Armenia which are eternal enemies of Turkey, rather than the US.

Many publics have a more favorable view of Americans than of the United States. But three out of four Turks also view Americans negatively (77%). Again this is a big increase over 2002 (up 27 points) and it’s the largest percentage with this attitude among the majority Muslim publics polled by Pew. These numbers are especially surprising given Turkey ’s history as a secular democracy and its close ties with the West. Many publics dislike US policies, but why have Turks become so sharply negative toward US society and culture in the last five years? Is this a rejection of US values or part of a wider rejection of Western values?

Before the Iraq war, the negative reaction towards the US was limited and other dimensions of the US such as Americans or the American culture were generally appreciated. However, as a result of enduring terrorist activities of the PKK associated with the US invasion of Iraq and the failure of establishing a coherent mechanism to prevent these activities, Turkish antipathy towards the US government has been transferred to an emerging antipathy towards the Americans and the US life style. Our previous research presented that the climate of the Turkish public opinion was “anti-Bushism” rather than “anti-Americanism”. Nevertheless, recent findings indicate a change of the climate towards anti-Americanism.

We cannot evaluate negative attitudes as a rejection of Western values. Although different surveys show that Turkish citizens are suspicious about the virtues of democracy, this reaction is a result of underperforming governance of the country during the 1990s.

In contrast to their increasingly negative views of the United States , Turks have become much more positive about their own government.Six in ten Turks (61%) currently have a favorable view, up from 7% five years ago. How do you explain this growing confidence?

Almost every survey conducted after and before the general elections showed that the increased confidence towards the Turkish government is a result of outstanding economic performance of the government, in terms of increased economic growth and declining inflation rate.

Turks are more likely today than in the past to say that religious leaders are having a positive impact (61% up from 32% in 2002). Nonetheless, an overwhelming majority (85%) says the same about the Turkish military, a secular institution, which has had tense relations with Islamist politicians. What role does the Turkish public want the military to play in their democracy?

One of our surveys showed that more than 60 percent of Turkish citizens approve the active role of religious leaders in political life. This score almost doubles the average of the European countries, according to the European Values Survey.

Contrary to the above stated findings, we don’t have any evidence to show increased support for an active political role [by] religious leaders […]. Therefore we have to be careful in accepting this score as an indicator of changing climate.

The role given to the Turkish military is not easy to understand from a Western point of view. [It is] different from the Western political culture, where the military is clearly under the control of the civilian authority. The Turkish military has a specific role in political life. This role stems from the Praetorian [Guard] “founder” characteristics of the military and frequent military interventions in the 1960s and 1970s.

For the secularist majority of the country—despite 47 percent electoral support, the majority of the voters are still supporters of secularist values—there are still threats against secular rule. However, those perceiving the military as the sole guardian of the secular system are not in the majority.


http://www.worldpublicopinion.org/pipa/articles/brmiddleeastnafricara/391.php?nid=&id=&pnt=391&lb=

Cumhurbaşkanını Halk Seçmesin...

21 Ekim 2007’de Türkiye’nin geleceğini kökten değiştirecek bir oylama için sandıklara gitmemiz bekleniyor. Düzenlenen referandumda Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve görev süresinin 5 yıla indirilmesi seçmenin onayına sunacak. Büyük olasılıkla da oy kullananların büyük çoğunluğu “evet” oyu kullanacak ve ülkemizin gelecek Cumhurbaşkanını doğrudan seçme olanağına kavuşacağız.

Ancak bu değişimin sonuçlarını Türkiye’nin 22 Ekim tarihinden itibaren farklı bir ülke olmaya doğru gidişinin habercileri olarak yorumlayabiliriz. İktidar partisinin kendisinde saklı bir ajandası olup olmamasını bir kenara bıraksak dahi; Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi siyasal sistemi ve geleceğimiz kökten değiştirecektir.

Halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanının yetkileri henüz görmemiş olduğumuz yeni Anayasa taslağında azaltılmış dahi olsa; seçilmiş Meclisin ve hükümetin üzerinde bir tehdit olması kaçınılmaz olacaktır:

  • Geçmiş dönemde Cumhurbaşkanlarımızın kibarca uyarısı ya da geri çekilişiyle çözülebilen çeşitli çatışmalar, iki seçilmiş erk arasındaki güç gösterisine kolayca dönüşebilecektir.
  • Hangi sistemle seçilirse seçilsin, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı bazılarının “seçmediği” Cumhurbaşkanı olacaktır, dolayısıyla her zaman bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalabilecektir.
  • En önemlisi de, halkın seçtiği Cumhurbaşkanı, kazara hükümetten daha yüksek oy alıp seçilirse; halkı kimin temsil ettiği konusu da ciddi bir çatışma konusu da olabilecektir.

Bütün bu sakıncalar gözönünde tutulduğunda Türkiye’nin halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanları tarafından yönetilmesindense, 1982 Anayasası artığı “yürütmenin de başı” Cumhurbaşkanı sistemi daha sağlıklı gözükmektedir.

22 Ekim sabahı “kahir ekseriyetle” yeni sisteme geçileceğini öngörmekle beraber, kişisel oyumun “hayır” olacağını ve her aklı selim sahibi seçmenin “hayırda hayır” bulmasını dilediğimi belirtmek isterim.


(ARI Bülten, Eylül'07)

Tuesday, August 14, 2007

Türkiye 2011 Seçimlerine Giderken...

Kamuoyunun bir kısmında 22 Temmuz seçim sonuçlarının yarattığı travma akılcılaştırma sürecine geçedursun; yeni bir siyasi dönem başlamış bulunuyor. 2002 seçimlerinde başlayan tasfiye bir sonraki aşamasında: Yeni parlamentoda bir önceki dönem vekillerinden sadece 177’i görev yapacak. İktidarın ve ana muhalefetin aynı kaldığı bir seçim sonrası için kayda değer yükseklikte bir yenilenme oranı yüzde 68.

Önümüzdeki günlerin gelişmeleri bir sekte vurmazsa, Erdoğan tarafından kurulacak yeni hükümette de benzer bir oranda yeni yüzlere yer verilmesi bekleniyor. Cumhurbaşkanı’nın ve belki de Meclis Başkanı’nın da değişmesiyle ülkenin siyasi kadrolarının büyük bir kısmının yeni isimler tarafından doldurulması olası.

Siyasi iktidar tarafında bu denli bir değişim yaşanırken; siyasetten dışlananlar ve geleceğin siyasi aktörleri değişecek mi? 2011’de yapılmasını umduğumuz gelecek genel seçimlerin sonucunu bu soruya verilen yanıt belirleyecek. AKP’nin ekonomik istikrar artı demokratikleşme vurgusuna destek verdiği anlaşılan yüzde 47’lik kesimin ve bu görüşü paylaşmayan muhaliflerin gelecekteki manzarası tabii ki AKP’nin hükümet olarak performansına bağlı. Öte yandan, ekonomik istikrar ve büyüme devam etse ve Avrupa Birliği vizyonuna yakınlaşılsa dahi, seçmenlerimizin beklentilerinin beş yıl içerisinde değişmesi de mümkün.

O zaman geleceğin siyasi aktörlerinin çözmeleri denklem biraz daha sofistike hale geliyor: Hem AKP’nin bu kritik konulardaki performansını öngörmek hem de seçmen beklentilerindeki olası bir değişimi göz önünde tutmaları gerek. Zor, ama sonunda elde edilecek ödüle değer.

www.forumgazetesi.com/haber_detay.asp?haber_id=19267

Medya anket okumayı bilmiyor’


Araştırmacılık sektörünün ’öz eleştiri yapması’ ve bazı normlar belirlemesi gerektiğini söyleyen İnfakto’nun kurucusu Emre Erdoğan, ismi çok duyulan şirketlerin anketleri doğru şekilde yapmadığını söylüyor. Erdoğan, "1994’te manipülasyon yaptı" dediği medyayı da eleştiriyor. Erdoğan’a göre muhabirinden köşe yazarına kadar birçok medya mensubu anket okuryazarı değil ve dolayısıyla hatalı yorumlar yapılıyor.

Bahar KURŞUN / İstihbarat
bkursun@forumgazetesi.com


Siyasi kamuoyu araştırmaları ve seçim dönemlerinde seçim anketleri yapan İnfakto’nun kurucusu Emre Erdoğan, 2002 genel seçimlerinde seçim günü TRT için yaptığı ’Sandık çıkış anketi’nde seçim sonuçlarını 1 puanlık hata payıyla buldu. Araştırmacılık sektörünün kendisine ’öz eleştiri’ yapması gerektiğini belirten Erdoğan, sektörde ’iyi’lerin ve ’kötü’lerin ayırt edilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ciddi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı seçim anketlerinde doğruyu bulacağını inanan Erdoğan, seçim dönemlerinde ekranlarda anket açıklayanları eleştirerek "Her seçim öncesi iki ya da üç kişi anket seçimleri için ön plana çıkıyorlar ve tahminlerde bulunarak kendilerine rant sağlıyor" diyor. 1994 seçimlerinde medyanın manipülasyon yaptığını savunan Erdoğan, medyanın anketleri yorumlamasını da eleştiriyor.

Yapılan seçim anketlerini değerlendirir misiniz? Bu anketleri kimler istiyor?

Türkiye’de yapılan kamuoyu anketleri, toplumun nabzını tutup, toplum nereye gidiyor, değişiyor mu, bunu anlamaya yönelik kullanılmıyor. Bunun yerine, çok pasif bir şekilde tahmin etmeye yönelik kullanılıyor. Anket siparişlerini ise medya kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve iş adamları vermesi gerekir aslında. Ama bizde seçim anketi siparişi verenler genelde siyasi partiler. Sivil toplum kuruluşlarından da bir iki tanesi düzenli olarak anket yaptırıyorlar. Yani Türkiye’de olması gereken resim pek yok.

Türkiye’de her araştırma şirketi siyasi anket yapıyor. Ama hepsi birbirinden farklı sonuçlar çıkarıyor. Özellikle 94 seçimlerinde yaşadık bunu. Bu farkların sebebi ne?

Zaten 1994’teki çok büyük manipülasyondan sonra -ki bu medyanın manipülasyonudur- seçim kurulu çok ciddi yasaklamalar getirdi. 1999 seçimlerinde seçim anketi yapmak yasak değildi ama yapılan bu anketleri yayınlamak yasaktı. Biz 1999 seçimleri öncesi başkalarını bilmiyorum ama MHP’nin oylarını tahmin edememek gibi bir sorun yaşadık. 2002’de dönüp bakarsanız, ciddi şirketler çok doğru tahminlerde bulundular. Türkiye’de seçim döneminde anket açıklayan şirketlere bir bakın, seçim öncesi hiçbir şey yapmazlar. O yüzden itibarlı araştırma şirketleri, ciddiye alınması gereken araştırma şirketleri anket sonuçları açıklamaktan imtina ederler. Türkiye’de çok duyulan, ismi çok geçen kurumların çoğu anketleri derme çatma şekilde yapan kuruluşlar. Araştırma işi çok zor bir iş. Eğer siz sürekli bir şey yaratamazsanız kangren olursunuz, anketör bulamazsınız. Bu arkadaşlar dört sene boyunca iş yapmayıp, beşinci yıl iş yapmaya kalktıkları zaman ne doğru dürüst anketör bulabiliyorlar ne de işlerini doğru dürüst yapabiliyorlar. Esas sorun bu. Ciddi araştırma şirketleri, bu işi ciddiye alan şirketler her zaman doğru sonuçlar bulurlar.
Mesela Kıta Avrupası’nda araştırma şirketleri 60 yıllık şirketlerdir. İşlerine çok önem verirler ve araştırmalarını ona göre açıklarlar. Fransa ve Almanya’da anket sonucu açıklamak itibar getirir, bizde ise getirmez.

Bizde de anket açıklamanın itibarlı bir iş olması için neler olmalı?

Bir kere medyanın anket okur-yazarlığını artırması gerekiyor. Ama öncelikle bizim sektörün bir öz eleştiri yapması gerekiyor. Biz hala iyilere iyi, kötülere kötü diyemiyoruz. Onları idare etmeye çalışıyoruz. Hayır, bir şey kötüyse kötüdür. Bizim kendi kendimize normlarımızı koymamız gerekiyor. Eğer işinizi doğru yapıyorsanız ve yeterince fon ayırırsanız seçim sonuçlarını çok iyi tahmin edersiniz. Biz 2002’de 1 puan hata payıyla bildik. Çok ciddi firmalar ciddi olarak uğraşan firmalar bunu yapıyorlar.

Her seçim döneminde televizyon programlarının aranan yüzleri haline gelen araştırmacılar var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Seçim dönemi farklı isimlerin televizyonlarda çıkıp boy göstermesi, bu belirsizlikten yararlanmak isteyen, bunlardan rant kazanmak isteyen aktörlerin olması. Çünkü zaten kamuoyu araştırması, pazarlama araştırması yapan şirketler her zaman iş yapıyorlar. Ama biz şunu görüyoruz ki, her seçim öncesi iki ya da üç kişi anket seçimleri için ön plana çıkıyor ve tahminlerde bulunarak kendilerine rant sağlıyor. Medyanın gösterdiği ve gördüğü ile bu işi yapanlar arasında çok ciddi farklar var.

Siz de mi medyanın yorumlamasını yanlış buluyorsunuz?

Öncelikle medyada bir anket okuma sorunu var. Anket okuryazarlığı sorunu var. Çoğu köşe yazarı ve çoğu muhabir basit terminolojiye bile hakim değil. Rastlantısal ne demek, örneklem ne demek bilmiyorlar. Çoğu medya mensubu, çoğu yazar bundan haberdar değil. O yüzden her zaman sakat bir yorumlama oluyor. İkincisi, genel olarak anket yapan kişilere karşı bir güvensizlik olduğundan, sonuçlar kafalarına yatmazsa anlamaya çalışmak yerine reddetmeyi tercih ediyorlar. Tahmin ettiği sonuç doğru çıkmadığı için işini ve itibarını kaybeden araştırmacı olmuştur da buna inanmadığı için ya da bunu fikren kabul etmediği için işini kaybeden gazeteci olmamıştır.

Siyasi partiler ne sıklıkla siyasi anket yaptırıyorlar?

Bunu ikiye ayırmak lazım. AKP ve diğerleri olarak. AKP kurulmadan önce de kurulduktan sonra da çok düzgün ve düzenli olarak araştırma yaptırıyor. Kendisiyle ilişkili olan şirketler var. Onlarla düzenli olarak çalışıyor. Ama hemen hemen her ay anket yaptırıyorlar. Bir de konu bazlı araştırmalar yaptırıyorlar. Bundan 2-3 yıl önce zina tartışması çıktığında, AKP’nin elinde konuyla ilgili anketler vardı. AKP, Türkiye’nin önde gelen şirketleri kadar anket yaptırıyor, araştırma fonu ayırıyor. Onun dışında doğru dürüst araştırma yaptıran, buna para ayıran hiçbir siyasi parti yok.

AKP’nin bu kadar sık yaptırıyor olması doğru mu?

İstedikleri istatistiklerle ilgili bir şey. Nisan ayının o hızlı temposu içinde haftada bir yaptırmak bile yeterli gelmiyor olabilir. Ortada fol yok yumurta yokken neredeyse haftada bir anket yaptırmak, bana pek anlamlı gelmiyor. Ama dediğim gibi neyi gözlemlemek istediklerine bağlı. Hızlı değişim dönemlerde, çok hızlı anket yaptırmak çok önemli. Paraları olduğu sürece, sık anket yaptırmanın bir sakıncası olduğunu düşünmüyorum.

Peki bir seçim anketinin ortalama maliyeti ne kadardır?

Doğru ve kriterlere uygun yapılmış bir seçim anketinin maliyeti 25 bin dolar seviyelerinde. Ama bazı arkadaşlar 10 milyon dolara da bu anketleri yapabiliyorlar

Sizin yaptığınız anketler 22 Temmuz seçimleri için ne diyor?

Anketlerde çıkan sonuçları söyleyemem çünkü siparişi veren şirket yayınlanmasını istemediği için ambargolu. Ama bizim yaptığımız çalışmalar, AKP’yi birinci, Cumhuriyet Halk Partisi’ni ikinci, Milliyetçi Hareket Partisi’ni ise üçüncü olarak gösteriyor. Büyük ihtimalle AKP oyunu artırmıştır.

Friday, July 27, 2007

Seçim Kampanyaları Üzerine

Siyasi parti reklamlarini tartisirken bazi farkli kriterler kullanmamiz gerektigini dusunuyorum. Siyasi parti reklam kampanyalarini diger kampanyalardan farkli kilan bircok unsur mevcut:

1) Her ne kadar kampanya donemi 45 gun surse de, siyasi parti reklam kampanyalari daha onceki kampanyalarin ve partinin suregelen cizgisinin devami olmak zorundadir. Daha iyi bir parti sistemimiz olsaydi, kampanyalar 50 ya da 75 yillik cizgilerin sinirladigi alanlarda gerceklesecekti. Tasarlayacaginiz kampanyanin partinin geleneksel cizgisinden cok da sapmamamasi bir gerekliliktir, cunku bu tur radikal donusleri secmene izah etmek icin ne yeterli para, ne de yeterli sure bulunmamaktadir.

2) Siyasi parti reklamlarinda kullanacaginiz mecra sayisi, insanlarin karar vermesini saglayan mecranin yaninda devede kulak kalmaktadir. Siz televizyon reklami, gazete ilani ya da afis kullanabilirsiniz; ama eninde sonunda karar kahvelerde, gunlerde, icki sofralarinda ya da yatak odalarinda yapilan tartismalar sonucunda alinacaktir. Bu nedenle, mecra kullaniminiz ve reklam yatiriminin geri donusu son derece sinirli kalabilecektir.

3) Bir secim kampanyasi tasarliyorsaniz, ayni urunun 550 versiyonu icin de hazirladiginizi unutmamaniz gerekir. Baslama dudugu calindigi anda, 550 adayin en az 300'u ellerinde davullarla sokaga dokulecektir. Sizin kampanyanizin 550 versiyonu uretilebilecek kadar esnek olmasi bir zorunluluktur.
4) Eskiden -burada tartisilmasi uzun surecek kartel parti doneminde- sadece reklam kampanyalariyla secim kazanilirdi. Ancak simdi reklam kampanyalari yetmiyor, siki bir saha calismasina da ihtiyaciniz var. Yurutulen reklam kampanyasinin saha ekibinin soylemiyle ters dusmemesi ve rahatlikla kullanilabilmesi gerekiyor. Aksi taktirde siz "ak gunlere" derken, sahaniz baska birsey diyorsa, herhangi bir basari beklemeyin.

5) Bu isi yapmanin uzucu baska bir tarafi da malinizi daha once denemis musterilere satmak zorunlulugudur. Iktidar partisi icin calisiyorsaniz, ya da Turkiye orneginde oldugu gibi iktidara dokunmus partiler icin calisiyorsaniz; tuketici sizin malinizin ne oldugu hakkinda iyi kotu fikir/deneyim sahibidir. Yuruteceginiz kampanyanin bu fikir/deneyimlere uygun olmasi, ters dusmemesi gerekmektedir.
Bu acidan reklam yaraticilari icin siyasi parti reklamlari "uc ucabildigin kadar" alanindan cok "ciss kaka" alanidir ne yazik ki...

Bu kriterlerle bakmaya calistigimda, AKP kampanyasinin en basarili kampanya oldugunu dusunuyorum:
- AKP farkli mecralari en yaratici sekilde kullanan parti. Afisler, raket kullanimi ve bina giydirmeleri konusunda AKP diger partilere kiyasla hem daha bilincli hareket ediyor -Gelibolu-Kesan yolu uzerindeki dev rakette yer alan "Durmak Yok, Yola Devam!" afisi gibi- hem de daha fazla gorunurluge sahip -ya da bana oyle geliyor.

- AKP reklam kampanyasinin gecmise donuk gorsel tutarliligi cok daha fazla. Bu konuda ummi sayilabilirim ama gozlemledigim kadariyla AKP afislerinin renk tercihleri, gorsel malzemenin kullanimi -bazilarinin akil karistirici buldugu farkli renklerin kullanilmasi dahi- AKP'nin daha onceki kampanyalariyla tutarli. Buna karsilik CHP maviyi yeni kesfetmis ve alti oku bir kenara birakmis; DP ise yeni isim, yeni logoyla kendisini sil bastan yapmis. MHP'nin uc ayinin bana hatirlattiklari ise 1980 oncesinde gecirilmis bir cocuklugun bilincaltina attigi ciziklerden kaynaklansa gerek.

- AKP sahasi -parti orgutu diye de okuyabiliriz- en etkin calisan saha. Kapi kapi dolasip ikna etmeye calisanlardan baslayin, rivayet edilen odun-komur-bulgur yardimlarina kadar ikna calismalari son hizla devam ediyor. Ayni kalitede bir calismayi hafta sonlari CHP'nin de yuruttugunu soyleyenler var, CHP parti orgutu beyaz yakali gonullulerden olustugundan ancak mesai saatleri disinda calisabiliyorlarmis.

- AKP merkez orgutu, milletvekili adaylarinin kampanyalarini da cok etkin bir bicimde kontrol ediyor. Butun basili malzemeler merkez tarafindan tasarlanmis durumda, adaylar ancak kendi resimlerini isaret edilen yere koyabiliyorlar. Hatta Istanbul'da adaylarin fotograf cekimi bile Il Merkezi'nde kurulan bir studyoda halledilmis. Bu acidan merkez-cevre gorsel tutarliligi son derece fazla.

- AKP kampanyasinin vurucu sloganlari cok iyi calisilmis. Amaclari sadece secim sonucu tahmin etmek olmayan kamuoyu arastirmalari AKP'nin en fazla saglik, egitim, sosyal yardimlasma, ekonomik istikrar gibi konularda basarili algilandigini gosteriyor. En basarisiz olduklari alanlar ise terorle ve issizlikle mucadele. Bu acidan bakildiginda AKP kampanyasi gecmis basarilarinin yeniden iletilmesi uzerine kurulmus. CHP'nin goreli basarili olacagi alan laiklik ve demokrasiyi korumak, MHP'nin ise terorle ve sucla mucadele. Yine de issizlik konusunu sahiplenebilecek herhangi bir partinin bulunmamasi kayda deger.

Secim sonucu uzerine spekulasyon yapmanin yeri burasi degil. Ancak bir siyaset bilimci olarak -aramizdaki siyaset bilimci/reklamcilar ne dusunurler bilmiyorum- bir siyasi parti kampanyasi yonetecek olsaydim AKP'ninki gibi yapardim sanırım.

Bu konulara merakli iletisimciler icin ufak da bir not duseyim. Her ne kadar biz de bir Seguela sendromu olsa da -hangi parti olursa olsun ben kazandiririm arkadas- siyasi parti kampanyalari yonetmek biraz da siyasi olmayi gerektirir. Hangi partinin kampanyasini yurutecekseniz o partinin durusuna biraz olsun inanmaniz, soylemini/ruhunu/oykusunu bilmeniz ve o parti yonetimiyle bir miktar da mesai sarfetmeniz gerekir. Secim kampanyalari, bir onceki secimin kaybedildigi gun baslar ve devam eder.

"hadi bakalim kolay gelsin""

Thursday, July 12, 2007

Seçim yasakları başlamadan son anda elimize geçen üç anket sonucu daha..
Müşteri RAYMOND JAMES AKYATIRIM
AKP 44.6 39.4 43.7
CHP 21.6 21.8 21.1
MHP 16.5 12.4 9.4
GP 7.0 8.3 6.1
DTP
6.3 6.2
DYP
5.2 4.4
SP

2.2
DSP


DİĞER
6.6 6.9

KONDA GENAR KAF AJANS
10.07.2007 12.07.2007 12.07.2007


Bülent Tanla demiş ki
" Ünlü araştırmacı Bülent Tanla vardı telefonda.

Konuşmamızın bir bölümünde söz anketlere de geldi.

Tanla, seçmen aritmetiğinden girdi, geçmiş seçimlerle karşılaştırmalar yaptı, muhtemel katılım oranına dikkat çekerek...

İnce eleyip sık dokuduğu tüm verileri masaya yatırdıktan sonra dedi diyeceğini...

Dedikleri AKP’li kardeşlerimizi çok üzecek ama ne yapalım, “uzmanı” konuşuyor. Biz sadece “bilgi aktarıcılığı” yapıyoruz.

Bülent Tanla diyor ki:

- AKP’nin bu seçimlerde “yüzde 40” oy alma ihtimali, “yüzde sıfır”dır!"
Bunu tarihe geçirmek istedim.... Bülent Tanla bey benimle iddiaya girer mi?

Tuesday, July 10, 2007

Temmuz Sona Ermeden...


Türk demokrasisinin en renksiz seçimlerinde son dönemece girildi. Temmuz ayı sona ermeden, Türk seçmeninin son tercihlerini öğrenmiş olacağız. Her ne kadar seçmen davranışında bir kestirilemezlik olsa da; hem muteber kamuoyu araştırmaları hem de sağduyu önümüzdeki dönemde meclisimizde üç artı bir siyasi partinin yer alacağını söylüyor. Oylarını arttırmış yeniden tek başına iktidar AKP ve CHP, yeniden sahneye çıkan ama 1999 performansından uzak MHP ve baraj sorununu bağımsızlarla aşan DTP.


Bu öngörü bazı siyasal aktörler için can sıkıcı olsa da, siyasetin bir toplumsal olgu olduğuna inananlar için umut verici. Çünkü, 1980 sonrasında ilk defa siyasal yaşam toplumsal fay hatları doğrultusunda şekillendi.Yaşamımıza damgasını vuran iki büyük gerilim dört siyasi partinin egemen olacağı siyasetin oluşmasını sağladı: Laik-mütedeyyin ekseninin birer ucunda yer alan CHP ve AKP; Türk-Kürt geriliminde yer alan MHP ve DTP. AKP seçmenlerinin ekonomik iyimserliğini ve demokrasi anlayışlarını, CHP seçmenlerinin ilericiliğini, MHP seçmenlerinin huzur arayışını ve DTP seçmenlerinin özgürlük özlemlerini de denkleme dahil etmek mümkün tabii.


Öte yandan, ne kadar süreceği bilinmeyen yeni dönemde bazı siyasal aktörler bu gerilimlerde ve sonuçta siyaset sahnesinde yer bulamayacakken; aslında çok ciddi gerilim kaynağı olan bazı konular da göz ardı edildi. Avrupa Birliği, yoksulluk, ekonomik gelişme gibi konular seçimde gündeme getirilmedi.


Gelecek dönemde projeler geliştirecek bazı aktörlerin hem arz hem de talep yönündeki bu eksiklikleri iyi değerlendirmeleri gerek.

Tasfiye Devam Edecek!


2002 genel seçimlerini, 2001 krizinin ve 10 yıllık siyasal istikrarsızlık döneminin sorumlusu olanların siyasal sistemden tasfiyesi olarak nitelendirmek mümkün. İktidar partilerinin toplam oyları yüzde 45’ten yüzde 10’a kadar düşmüştü. Dönemin kamuoyu araştırmalarını takip edenler cezalandırma işleminin neredeyse 20 Şubat gecesi başladığını bilmekteydi: Hükümeti başarılı bulanların oranı Mart 2001’den itibaren yüzde 10’un altında seyretmişti.

3 Kasım seçimlerini takip eden günlerde üç iktidar partisinden ikisinin liderleri yerlerini başkalarına bıraktılar, buna muhalefetteyken bile oy kaybetmeyi başarmış bir üçüncü partinin lideri eklendi. Ek olarak 1987 seçimlerinden bugüne siyasette rol oynayan aktörlerin büyük bir kısmı sahneden çekilmişti: Meclis’in yenilenme oranı yüzde 90’a yükselmişti.

Eski rejimin tasfiye sürecinin 2002 seçimleriyle tamamlandığını düşünenler, 2007 seçimleri yaklaşırken yanıldıklarını bugün görüyorlar. Geçen dönemin aktörlerinin bir kısmı yeniden sahnede...

Ancak, iyimser olmakta yarar var: Listelerinin açıklanmasıyla Meclis’in yarısına yakınının bir daha seçilemeyeceği görülmekte. Öte yandan yeni siyasi partilerin de milletvekillerinin de hesaba dahil edilmesiyle yenilenme oranı neredeyse bir önceki seçime yaklaşabilir. Özetle, siyasal aktörlerin bir kısmı daha tasfiye edilecek, mezardan çıkıp gelenleri dahil etsek bile.

Ülkemizin yaşadığı hızlı dönüşüm süreci toplumsal travmalar, yüksek seçmen oynaklığı ve sistematik bir siyasal tasfiyede somutlaşıyor. Siyaset bilimciler bir ülkede kuralların oturması ve demokrasinin normalleşmesi için üç ardı ardına seçim yapılması gerektiği kanısındalar. Ülkemizin üçüncü seçimi bu seçim mi olacak, yoksa başka bir seçimi mi bekleyeceğiz, bunu 23 Temmuz sabahı göreceğiz.

Wednesday, May 30, 2007

Seçimler yaklaştıkça medyada yer alacak anket sayısı geometrik olarak artacak, çünkü anketler seçmen davranışını manipule etmenin en etkin yolu olarak görülmekte, özellikle de bir kısım araştırmacı ve medya tarafından.
Sevgili okurlara tavsiyem, br anket sonucu gördüklerinde kendilerine şu basit soruyu sormalılar: "ben neden biliyorum bu sonucu?"
Anket yapmak pahalı bir iştir, her merak edenin doğru dürüst bir anket yaptırabileceği günler çok uzakta. 5 haneli dolar bütçeleri ayırmadan iyi bir anket sonucuna sahip olmanız imlkansız. Peki, siz okurlar ve seçmenler 25 kuruş vererek nasıl bu anket sonuçlarına sahip olabiliyorsunuz? 250 bin satan gazete sizin 25 kuruşlarınızı biriktirerek anket mi yaptırıyor?
Yoksa, birileri sizin anket sonuçlarını bilmenizi mi istiyor?
Eğer siz herhangi bir anket sonucunu biliyorsanız, birileri sizin bilmenizi istediğinden dolayı biliyorsunuzdur.
Peki, kimler sizin bedavadan anket sonucu bilmenizi ister? Cinayet romanlarının müthiş sorusunda olduğu gibi "qui bene?" - "kimin menfaatine?"
1) iyi niyetli yaklaşım kamuyu bilgilendirmeyi bir vazife bilen kurum ve kuruluşlar;
2) yine iyi niyetle yaklaşalım, anketleri kendilerine kamuoyunda bilinirlik sağlamak isteyen araştırma şirketleri yaptırabilirler;
3) ya da sizin oy verirken kullandığınız bilgi setine müdahale etmek isteyen birileri, örneğin siyasi aktörler ve benzerleri...
Bu nedenle, bir anket sonucunu değerlendirirken, sormanız gereken birinci soru, bu anketin parasını kimin verdiğidir. Yolladığım anket sonuçlarına bir bakalım, kim paraları vermiş?
1) KAMAR: parayı kimin verdiği bilinmiyor;
2) SONAR: parayı kimin verdiği bilinmiyor;
3) AG: parayı TEMPO vermiş;
4) ESTİMA: parayı VATAN Gazetesi vermiş;
5) ANAR: parayı kimin verdiği bilinmiyor;
6) GENAR: parayı kimin verdiği bilinmiyor...
O zaman zaten ciddiye almamız gereken iki anket sonucu kalmıyor mu ortaya?
Bütün bu bilgiler ışığında, hangi ankete güveneceğinize siz karar veriniz :)

YENİŞAFAK HABERTURK TEMPO VATAN YENİ ŞAFAK ZAMAN
AKP 38.4 29 41.3 29.6 38.3 43.9
CHP 16.6 14 13.6 19.2
CHP+DSP 14.7 21.5
MHP 7.1 12.2 6.9 10.3 5.5 7.3
GP 2.9 10 3.9 8.7 4.6 6.7
DTP 4.1 2.6 3.6 5.1 4.8 6.1
DYP 4.6 12 4.7
ANAP 2.1 8.03 3.2
DYP+ANAP 10.7 15.3 7.9 9
SP 3.3 1.3 2 0.9 1.8
DSP 8.3 1.2 3.8
DİĞEr 2.8 3.1 6 2.2 3.8
KARARSIZ 18.1 14.4 15.8 15
KAMAR SONAR AG ESTIMA ANAR GENAR
05.05.2007 09.05.2007 10.05.2007 15.05.2007 15.05.2007 16.05.2007

Türbülans...

Ülkemizin siyaset sahnesi son yıllarda alışık olmadığımız ya da unutmaya eğilimli olduğumuz kadar hızlı bir değişim sürecini yaşamakta... Ancak Mayıs 2002’yi takip eden süreçle karşılaştırılabilecek kadar hızla siyaset aktörlerinin oynadıkları roller kadar, oyunun sergilendiği sahne de değişiyor. Tandoğan-Çağlayan mitingleri derken, TSK bildirisi ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı; seyircilerin de aklını karıştırmış durumda.

Ana işlevlerinden biri geleceği tahmin etmeye hizmet etmek olan kamuoyu araştırmalarının da en fazla hataya açık oldukları dönemler bu tür türbülans ya da akıl karışıklığı dönemleridir. Ne tasarımcılar öngörmeye yönelik doğru soruları sorabilirler, ne de yanıt verenler karmaşa arasında görüş oluşturabilirler. Böyle bir ortamda ardı ardına yayınlanacak araştırma sonuçlarını okurken, hata paylarını ölçülemez boyutta olabileceğini de düşünmek lazım.

Yine de, öngörmek güç demektir; bilginin en önemli ispatı olduğu gibi. Önümüzdeki dönemde, olası seçim sonuçlarını öngörmeye çalışanların yanıtlaması gereken bazı sorular bulunmakta

  • Mitingler, TSK bildirisi ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı AKP’nin yüzde 30’larda konsolide olmuş gözüken seçmenini ne yönde etkilemiştir?
  • Yine bu üç gelişme, CHP’nin yüzde 15 üzerinde gözüken oylarında ne etki yapmıştır?
  • ANAP’ın Cumhurbaşkanlığı seçimindeki rolü ve DP formasyonu bu iki partinin yüzde 10 civarında olan oylarını nereye taşımıştır?
  • Bütün bu türbülansta pek sesi soluğu duyulmayan MHP’nin hemen baraj üstü olan oyu yükselmiş midir, düşmüş müdür?
  • En önemlisi geçen seçimde oy verecek parti bulamadıkları için sandığa gitmeyenler, 22 Temmuz’de nerede olacaklardır?

Bu soruları doğru yanıtlayabilenler için kamuoyu araştırma sonuçları sadece öngörüleri doğrulayan bilgilerdir.

Travma üzerine travma...


Türkiye’nin kendisini yorumlama sürecinin düzenli bir sorgulamadan çok ani kırılımlar sonrasında yaşanan post-travmatik çözülmelerle gerçekleştiğini söylemiştik. Hrant Dink cinayetini “anlamaya” fırsat bulamadan, Malatya’da akıl almaz cinayet gerçekleşti. Cinayetin failleri yakalandı yakalanmasına ancak bu boyutta bir nefreti tetikleyen toplumsal koşullar sorgulanmaya hala muhtaç.


Siyaset biliminde farklı toplumların tolerans-tahammül sınırlarını ölçmek amacıyla uygulanan bir anket sorusu seti vardır ve ülkemizde de düzenli olarak sorgulanır: “Aşağıda sayacaklarımın hangilerini komşunuz olarak istemezsiniz?” Kalaycıoğlu ve Çarkoğlu (2006) tarafından sunulan bulgulara göre halkımız sırasıyla şu kişileri komşusu olarak istemiyor: AİDS’liler (yüzde 89), uyuşturucu bağımlıları (yüzde 92), homoseksüeller (yüzde 92), alkolikler (yüzde 87), suçlular (yüzde 80). Sağcı ve solcuları da komşu olarak istemeyen (yüzde 71) kamuoyu içinde, hristiyanları istemeyenlerin oranı yüzde 55, yahudileri istemeyenlerin oranı da yüzde 60.

Karşılaştırmalı bir bakış açısından müslümanları komşu olarak istemediğini söyleyenlerin oranı İngiltere’de yüzde 17, İspanya’da yüzde 12 ve Meksika’da yüzde 19. Bu üç ülkede yahudileri komşu olarak istemeyenlerin oranı da sırasıyla yüzde 6, yüzde 10 ve yüzde 11.

2006’da ARI Hareketi olarak yayınladığımız “Türk Toplumu ve Sosyal Sermaye” adlı çalışma da; ırk tabanlı tahammülsüzlük, insanlara karşı güvensizlik, otoriter lider fikrine verilen destek ve demokrasiye karşı ikircikli yaklaşımın hep aynı resmin farklı yüzleri olduğunu gösterdi.


Ülkemizin daha iyi ve daha mutlu bir ülke olmasının önündeki engeller, siyasi kültürüne içkin bu ve benzeri bir çok fasit dairenin kırılamamasının bir sonuçlarındandır ne yazık ki.

Wednesday, April 04, 2007

Cumhurbaşkanı’nı Anketler mi Seçecek?

1982 Anayasası’nın kendisine has özellikleri, Üçüncü Cumhuriyet’in Cumhurbaşkanlarının her birinin tarihsel bir döneme damgalarını vurmalarına yol açtığından, iki ay sonra seçilecek Cumhurbaşkanı’nın da “Çankaya Noteri” olmayacağı açıkça görülmekte.

Belirsizlikle dolu havaları sevenler için birbiri ardına açıklanan kamuoyu yoklamaları kamunun gelecekteki Cumhurbaşkanımızın kim olacağı konusundaki tercihleri hakkında fikir vermekte.

Rakamlarda ufak farklılıklar olsa bile, çok ayrı ideolojik kanallardan yapılan açıklamalar yaklaşık yüzde 20’lik bir kesimin tercihinin Recep Tayyip Erdoğan’dan yana olduğunu göstermekte. İkinci sırada yüzde 10’luk bir oranla Bülent Arınç gelirken; Anayasa’nın izin vermemesine karşın Ahmet Necdet Sezer de Abdullah Gül’ün önünde üçüncü olarak belirtilmekte. Yüzde 50’lik bir kesim ise herhangi bir isim zikretmiyor.

Bu rakamlarla Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına kamuoyu desteği olduğunu söylemek mümkün; öte yandan aynı rakamlar seçmenin en az yüzde 50’sinin buna muhalif olduğunu da göstermekte. Bir başka deyişle, kutbunuz neredeyse, pusulanız orayı işaret etmekte.

Genel alışkanlığın aksine anket sonuçlarını kullanarak siyasa üretmek tuzaklarla dolu bir yoldur. Öncelikle, hiçbir zaman tek bir kamuoyu yoktur, kamuoyları vardır. Kamunun bilgisine sunulan frekans tabloları ancak özetleme işlevi görür ve çok önemli farklılıkları yoka indirger. İkinci olarak özellikle hızlı değişim dönemlerinde kamu, oyunu oluşturacak kadar bilgi derleyemez ve görüşleri neredeyse rastsal olarak belirlenir; ya da medyada yer alan görüşlerin aks-i sedası olur. Son olarak da, kamuoyu dediğimiz gri bulutun sakinleri siyasal tercihlerin karmaşık sonuçlarını öngöremezler, zaten anket soruları da bu sonuçları iletmekte aciz kalır.

Bütün bu kısıtlar ışığında sosyal bilimciler için ilginç olan Recep Tayyip Erdoğan’ın kamunun en fazla tercih ettiği Cumhurbaşkanı adayı olmasından çok, yüzde 50’lik bir seçmen kitlesinin medyada gördüklerini bile beğenmemesidir.

Post-travmatik Sendrom, ya da Hepimiz Kimiz?


Ülkemiz ne yazık ki değişimini sistematik ve düzenli bir özeleştiri mekanizmasına borçlu değil. Daha çok iki ya da üç yılda bir yaşanan travmalar, Türkiye’de paradigmaların aniden değişmesine yol açıyor. Ocak ayında gerçekleşen Hırant Dink suikasti de bu travmalardan birisi.

Cinayetin zanlısı kadar, onu bu suça teşvik eden faktörler de kolayca bulundu ve bir kısım kamu vicdanını rahatlattı. “Yükselen” milliyetçilik 17 yaşındaki bir çocuğu cinayet işlemeye motive etmişti ve bundan sonra “neden milliyetçilik yükseliyor?” sorusuna yanıt aramak gerekmekteydi.

Öte yandan, 2006 yılı içerisinde yapılan bir dizi araştırma ülkemizde milliyetçiliğin yükseldiğini ancak bunun temel saikinin dış tehditlerin bir parçası olarak görülen terör olduğunu göstermişti. Bu açıdan bakıldığında, Dink’in milliyetçiliğin hedef tahtasına yatırılması için uzun, detaylı ve dolaylı düşünme süreci gerekmekte.

Yine geçen senelerde yayınlanan bir dizi araştırma, “bir bebekten bir katili nasıl yarattığımız” sorusuna daha iyi yanıt veriyor: Türk gençlerinin sadece yüzde 56’sı liseden, yüzde 25’i ise üniversiteden mezun olabiliyor. Kentlerde yaşayan gençler arasında işsizlik oranı yüzde 23 ve ortalama işsiz kalma süresi yaklaşık 6 ay. Lise mezunları, genç kızlar ve ilk defa iş arayanların iş bulmaları son derece zor. Karşı karşıya kalınan bu büyük sorun gençlerde dışlanmışlık, aileye aşırı bağımlılık ve kayda değer bir eziklik duygusu yaratmakta.

Ülkemiz, gençlerini baştan kaybetmeye mahkum eden mekanizmalarda iyileştirmeye gitmezse; her travmamızda suçlayabilecek başka bir olguyu kolayca bulabiliriz.

Seçmenler Neden Bir Siyasi Partiyi Tercih Eder?

Seçmenler neden bir siyasi partiyi tercih eder? Bu sorunun sayısız yanıtı arasında “seçmenlerin ceplerine bakarak karar vereceğini” öne süren “ekonomik oy verme” kuramı popülerdir. Seçmen kendi cebine giren parayı ya da ülkenin genel ekonomik durumu düşünebilir, bu birinci önemli ayrımı oluşturur. İkinci temel ayrım ise seçmenin geleceği mi geçmişi mi göz önünde bulundurduğu sorusunda yatar.

Ülkemizde yapılan bir kaç kamuoyu araştırması bize bu kuramdan yola çıkarak spekülasyon yapma şansı veriyor. Avrupa Birliği’nin düzenli araştırması Eurobarometer’in sonuncusu seçmenlerimizin yüzde 27’sinin önümüzdeki bir yıl ülkedeki ekonomik durumun daha iyi olacağına inandığını gösteriyor. Kötü olacağını düşünenler ise yüzde 38. Ailelerin durumuna gelindiğinde, iyimser beklentilere sahip olanlar yüzde 28, kötümserler ise yüzde 24.

Kalaycıoğlu ve Çarkoğlu tarafından yayınlanan bir araştırma “geçmişe dönük” değerlendirme hakkında fikir veriyor: Seçmenlerin yüzde 26’sı son bir yıldaki ekonomik politikaların ailesinin durumunu iyi, yüzde 40’ı da kötü etkilediğini söylemekte. Ülkenin ekonomik durumu hakkındaki görüşlere gelince, yüzde 24’lük bir seçmen grubu olumlu olduğunu düşünürken, yüzde 48’i de kötü etkilediği kanısında.

İki farklı araştırmanın sunduğu dört rakamın da iktidar partisi için benzer haber verdiğini söylemek mümkün: Yüzde 25 ile yüzde 30 büyüklüğünde bir seçmen kitlesi iktidar partisine oy verme eğiliminde gözükmekte. Öte yandan yüzde 40’ın üzerinde bir seçmen de ekonomik açıdan bakıldığında muhalif partilere yönelmiş durumda. Bu şartlar altında seçimin sonucunu yüzde 30’luk ortadaki kitlenin belirleyeceğini söylemek yanlış olmaz; tabii yaşam sadece ekonomik oy verme kuramıyla açıklanacak kadar basitse.

Sunday, January 14, 2007

Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezinin sadece bir kuramsal tartışmanın ötesine geçtiği ve George Kennan'ın Soğuk Savaşla ilgili makalesi kadar etkili olacağı açık gibi gözüküyor. Ama bütün suçu Huntington'ın üzerine atmadan önce makalenin esas temel sorusunu ve ortaya atıldığı dönemi de gözönünde tutmak gerekir bence.
Makale Foreign Affairs'de ilk yayınlandığında Soğuk Savaş sona ermişti ve insanlar dünyayı yorumlamalarına yardımcı olacak bir araç -Kuhn'cu anlamda bir paradigma- aramaktaydılar. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" yaklaşımı ne yazık ki Birinci Körfez Savaşı, Yugoslavya'nın parçalanması ve Gorbaçov'a karşı düzenlenen darbe nedeniyle işlevini yitirmişti. O aşamada Huntingon bir paradigma önerisi olarak bu makaleyi gündeme getirdi. O yaz Foreign Affairs'de yayınlanan bir dizi yazı arasındna Huntington'ın ikinci yazısı, "Eğer Medeniyetler Çatışması değilse ne?" başlığı taşımaktaydı ve tartışanlardan "daha iyi bir paradigma" önermelerini istemekteydi. Kuhn'cu ve sonrasındaki dönemde paradigmaların gücü soruları yanıtlayabilmeleriyle ölçülür ve Huntington kendi paradigmasının o anda dünyada yaşanan sorunları iyi açıkladığını öne sürmekteydi.
Gerçekten de o günden bugüne daha iyi bir paradigma öneren de olmadı...
Öte yandan Huntington'ın paradigması belki de kendini ispatlayan kahinliğe dönüştü çünkü özellikle de ABD dış politika yapıcıları bu paradigmayı olduğundan da fazla ciddiye almışa benzerler. Bir paradigmayı benimsemek, olayları onun gözlüğünden bakmayı gerektirir ve bir süre sonra da gözlük taktığınızı unutabilirsiniz, tıpkı Neo-conlar gibi...
Yakın geçmişte Fransa'da yaşananlar ya da Karikatür krizi de Huntington'ın gözlüğünden bakıldığında açıklanabilir gözüküyor. Huntington makalesinde bazı kültürlerin demokrasiyle uyumsuz olduğunu söylemekteydi. Ona göre demokrasinin gereksinimleri olan bazı değerler bu kültürlerde namevcuttu ve gelecek dönemde de bu nedenle çatışmalar çıkması kaçınılmazdı...
Huntington makalesini takiben bir çok siyaset bilimci onun öngörülerini doğrular ya da öncüllerini kanıtlar çalışmalar yaptılar. Gerçekten de bu çalışmalara bakıldığında müslüman toplumların demokrat olmadığı görülmekteydi... Eğer Freedom House'un demokrasi ve özgürlükler endekslerine ya da POLITY 4 çalışmasına bakarsanız müslüman ülkelerin çoğunluğunun demokrasiden uzak olduğunu görürsünüz... Bu da demokrasi müslüman toplumlarda yeşerir mi sorusuna olumsuz bir yanıt vermektedir elbette...
Huntington ve takipçilerine bir grup siyaset bilimci de itiraz etti... En anlamlı itirazları iki ana başlık altında toplayabiliriz:
1) Kurumsalcı Yaklaşım: Özellikle de UCSD'de konumlanmış, Center for Democracy çerçevesinde çalışan ve yayınlarına Journal of Democracy'den ulaşabileceğiniz bu kadro bir ülkede demokrasiyi sürdürülebilir kılanın dinin ötesinde bir çok kurumsal faktör olduğunu, iyi bir demokrasinin kökenini iyi kurumlardan alması gerektiğini söylemektedir...
2) Bireysel Değerler Yaklaşımı: Dünya Değerler Araştırması'nın kaptanı Ingelhart'ın önderliğini yaptığı bu grup ise ülkeler arası farklılıklar olsa bile bireylerarası farklılıkların sınırlı olduğu, medeniyetler arası farklılıklar olsa bile bu farklılıkların demokrasi ya da benzeri değerlerde değil; kadın ve dinin siyasal yaşamdaki rolü gibi konularda olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca farkların asla kapatılamaz olduğunu öne süren Huntington'cı yaklaşımın tam aksine ekonomik gelişme ve diğer faktörlerle bu farkların kapatılabileceği belirtilmektedir. www.worldvalues.org websitesinden Michigan merkezli bu grubun önde gelen çalışmalarına ulaşılabilir...
Her ne kadar bu çalışmalar Huntington'ın mantıksal öncüllerinin altını oymaktaysa da, yeni bir paradigma önerisi henüz ortada gözükmemektedir... Medeniyetler Diyalogu olsa olsa bir alternatif siyasal proje olabilir ancak paradigma olarak değeri ne yazık ki yoktur. Ne Bosna, ne Irak ne de 11 Eylül sonrasını siz bu diyalog paradigmasıyla açıklayamazsınız...
Bu aşamada ben, erken bir ölümle kaybettiğimiz Stefanos Yerasimos hocanın 1995'te verdiği bir seminerde sunduğu ancak bildiğim kadarıyla makaleleştirmeye vakit bulamadığı "geçişkenlik paradigması"nı üzerinde tartışmaya değer buluyorum... Bu paradigmaya göre
1) Medeniyetler arası farklılıklar vardır
2) Medeniyetler arası farklılıklar 1-0 ya da siyah-beyaz gibi gözlenemez.
3) Medeniyetler arasında geçiş bölgeleri vardır ve bu geçiş bölgelerinde farklı medeniyetlerin birarada varolabildiği, hatta bundan da ileri giderek birbirlerinden etkilenebildiği görülmektedir.
Yerasimos hocaya göre bu geçiş bölgeleri arasında Balkanlar, Anadolu, Rusya'nın batısı, Orta Amerika, Pakistan gibi bölgeler gelmektedir. Bu bölgelerin en önemli özellikleri kendilerine özgün bir sentez arayışını gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında medeniyetler arası çatışmaların varlığını, medeniyetler arasında uzlaşmak farklılıklar yerine başka bir faktörle açıklamak mümkündür: Geçiş bölgelerine medeniyetler çatışması gözlükleriyle bakıp dinsel ayrımları empoze etmeye çalışmanın bir sonucu olabilir. Yüzyıllarca bir arada yaşamış Balkanların ulus-devletin (ki oradaki ulus devletlerin yegane ortak paydası dinsel farklılıklardır) doğmasıyla parçalanması ve Bosna'da gelinen nokta, Yerasimos'un açıklamasına iyi bir örnektir.
Aynı şeyin Irak'ta yaşanılmasını açıkça bekliyorum. Bir şekilde arap sünni-kürt-türkmen-şii bir arada yaşayabilecek insanların medeniyetler çatışması perspektifiyle din bazlı uzlaşmaz ve kesişmez kamplara ayrılmasının bu kamplar arasında silahlı bir çatışmaya dönüşmesini her an bekleyebiliriz. Her ne kadar bu çatışmanın doğması Huntington'ı doğruluyor gibi gözükse de, Huntington'cı bakış açısının bu çatışmaları doğurmuş olma olasılığı da gözardı edilmemeleridir...