Wednesday, April 04, 2007

Cumhurbaşkanı’nı Anketler mi Seçecek?

1982 Anayasası’nın kendisine has özellikleri, Üçüncü Cumhuriyet’in Cumhurbaşkanlarının her birinin tarihsel bir döneme damgalarını vurmalarına yol açtığından, iki ay sonra seçilecek Cumhurbaşkanı’nın da “Çankaya Noteri” olmayacağı açıkça görülmekte.

Belirsizlikle dolu havaları sevenler için birbiri ardına açıklanan kamuoyu yoklamaları kamunun gelecekteki Cumhurbaşkanımızın kim olacağı konusundaki tercihleri hakkında fikir vermekte.

Rakamlarda ufak farklılıklar olsa bile, çok ayrı ideolojik kanallardan yapılan açıklamalar yaklaşık yüzde 20’lik bir kesimin tercihinin Recep Tayyip Erdoğan’dan yana olduğunu göstermekte. İkinci sırada yüzde 10’luk bir oranla Bülent Arınç gelirken; Anayasa’nın izin vermemesine karşın Ahmet Necdet Sezer de Abdullah Gül’ün önünde üçüncü olarak belirtilmekte. Yüzde 50’lik bir kesim ise herhangi bir isim zikretmiyor.

Bu rakamlarla Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına kamuoyu desteği olduğunu söylemek mümkün; öte yandan aynı rakamlar seçmenin en az yüzde 50’sinin buna muhalif olduğunu da göstermekte. Bir başka deyişle, kutbunuz neredeyse, pusulanız orayı işaret etmekte.

Genel alışkanlığın aksine anket sonuçlarını kullanarak siyasa üretmek tuzaklarla dolu bir yoldur. Öncelikle, hiçbir zaman tek bir kamuoyu yoktur, kamuoyları vardır. Kamunun bilgisine sunulan frekans tabloları ancak özetleme işlevi görür ve çok önemli farklılıkları yoka indirger. İkinci olarak özellikle hızlı değişim dönemlerinde kamu, oyunu oluşturacak kadar bilgi derleyemez ve görüşleri neredeyse rastsal olarak belirlenir; ya da medyada yer alan görüşlerin aks-i sedası olur. Son olarak da, kamuoyu dediğimiz gri bulutun sakinleri siyasal tercihlerin karmaşık sonuçlarını öngöremezler, zaten anket soruları da bu sonuçları iletmekte aciz kalır.

Bütün bu kısıtlar ışığında sosyal bilimciler için ilginç olan Recep Tayyip Erdoğan’ın kamunun en fazla tercih ettiği Cumhurbaşkanı adayı olmasından çok, yüzde 50’lik bir seçmen kitlesinin medyada gördüklerini bile beğenmemesidir.

Post-travmatik Sendrom, ya da Hepimiz Kimiz?


Ülkemiz ne yazık ki değişimini sistematik ve düzenli bir özeleştiri mekanizmasına borçlu değil. Daha çok iki ya da üç yılda bir yaşanan travmalar, Türkiye’de paradigmaların aniden değişmesine yol açıyor. Ocak ayında gerçekleşen Hırant Dink suikasti de bu travmalardan birisi.

Cinayetin zanlısı kadar, onu bu suça teşvik eden faktörler de kolayca bulundu ve bir kısım kamu vicdanını rahatlattı. “Yükselen” milliyetçilik 17 yaşındaki bir çocuğu cinayet işlemeye motive etmişti ve bundan sonra “neden milliyetçilik yükseliyor?” sorusuna yanıt aramak gerekmekteydi.

Öte yandan, 2006 yılı içerisinde yapılan bir dizi araştırma ülkemizde milliyetçiliğin yükseldiğini ancak bunun temel saikinin dış tehditlerin bir parçası olarak görülen terör olduğunu göstermişti. Bu açıdan bakıldığında, Dink’in milliyetçiliğin hedef tahtasına yatırılması için uzun, detaylı ve dolaylı düşünme süreci gerekmekte.

Yine geçen senelerde yayınlanan bir dizi araştırma, “bir bebekten bir katili nasıl yarattığımız” sorusuna daha iyi yanıt veriyor: Türk gençlerinin sadece yüzde 56’sı liseden, yüzde 25’i ise üniversiteden mezun olabiliyor. Kentlerde yaşayan gençler arasında işsizlik oranı yüzde 23 ve ortalama işsiz kalma süresi yaklaşık 6 ay. Lise mezunları, genç kızlar ve ilk defa iş arayanların iş bulmaları son derece zor. Karşı karşıya kalınan bu büyük sorun gençlerde dışlanmışlık, aileye aşırı bağımlılık ve kayda değer bir eziklik duygusu yaratmakta.

Ülkemiz, gençlerini baştan kaybetmeye mahkum eden mekanizmalarda iyileştirmeye gitmezse; her travmamızda suçlayabilecek başka bir olguyu kolayca bulabiliriz.

Seçmenler Neden Bir Siyasi Partiyi Tercih Eder?

Seçmenler neden bir siyasi partiyi tercih eder? Bu sorunun sayısız yanıtı arasında “seçmenlerin ceplerine bakarak karar vereceğini” öne süren “ekonomik oy verme” kuramı popülerdir. Seçmen kendi cebine giren parayı ya da ülkenin genel ekonomik durumu düşünebilir, bu birinci önemli ayrımı oluşturur. İkinci temel ayrım ise seçmenin geleceği mi geçmişi mi göz önünde bulundurduğu sorusunda yatar.

Ülkemizde yapılan bir kaç kamuoyu araştırması bize bu kuramdan yola çıkarak spekülasyon yapma şansı veriyor. Avrupa Birliği’nin düzenli araştırması Eurobarometer’in sonuncusu seçmenlerimizin yüzde 27’sinin önümüzdeki bir yıl ülkedeki ekonomik durumun daha iyi olacağına inandığını gösteriyor. Kötü olacağını düşünenler ise yüzde 38. Ailelerin durumuna gelindiğinde, iyimser beklentilere sahip olanlar yüzde 28, kötümserler ise yüzde 24.

Kalaycıoğlu ve Çarkoğlu tarafından yayınlanan bir araştırma “geçmişe dönük” değerlendirme hakkında fikir veriyor: Seçmenlerin yüzde 26’sı son bir yıldaki ekonomik politikaların ailesinin durumunu iyi, yüzde 40’ı da kötü etkilediğini söylemekte. Ülkenin ekonomik durumu hakkındaki görüşlere gelince, yüzde 24’lük bir seçmen grubu olumlu olduğunu düşünürken, yüzde 48’i de kötü etkilediği kanısında.

İki farklı araştırmanın sunduğu dört rakamın da iktidar partisi için benzer haber verdiğini söylemek mümkün: Yüzde 25 ile yüzde 30 büyüklüğünde bir seçmen kitlesi iktidar partisine oy verme eğiliminde gözükmekte. Öte yandan yüzde 40’ın üzerinde bir seçmen de ekonomik açıdan bakıldığında muhalif partilere yönelmiş durumda. Bu şartlar altında seçimin sonucunu yüzde 30’luk ortadaki kitlenin belirleyeceğini söylemek yanlış olmaz; tabii yaşam sadece ekonomik oy verme kuramıyla açıklanacak kadar basitse.