Sunday, January 14, 2007

Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezinin sadece bir kuramsal tartışmanın ötesine geçtiği ve George Kennan'ın Soğuk Savaşla ilgili makalesi kadar etkili olacağı açık gibi gözüküyor. Ama bütün suçu Huntington'ın üzerine atmadan önce makalenin esas temel sorusunu ve ortaya atıldığı dönemi de gözönünde tutmak gerekir bence.
Makale Foreign Affairs'de ilk yayınlandığında Soğuk Savaş sona ermişti ve insanlar dünyayı yorumlamalarına yardımcı olacak bir araç -Kuhn'cu anlamda bir paradigma- aramaktaydılar. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" yaklaşımı ne yazık ki Birinci Körfez Savaşı, Yugoslavya'nın parçalanması ve Gorbaçov'a karşı düzenlenen darbe nedeniyle işlevini yitirmişti. O aşamada Huntingon bir paradigma önerisi olarak bu makaleyi gündeme getirdi. O yaz Foreign Affairs'de yayınlanan bir dizi yazı arasındna Huntington'ın ikinci yazısı, "Eğer Medeniyetler Çatışması değilse ne?" başlığı taşımaktaydı ve tartışanlardan "daha iyi bir paradigma" önermelerini istemekteydi. Kuhn'cu ve sonrasındaki dönemde paradigmaların gücü soruları yanıtlayabilmeleriyle ölçülür ve Huntington kendi paradigmasının o anda dünyada yaşanan sorunları iyi açıkladığını öne sürmekteydi.
Gerçekten de o günden bugüne daha iyi bir paradigma öneren de olmadı...
Öte yandan Huntington'ın paradigması belki de kendini ispatlayan kahinliğe dönüştü çünkü özellikle de ABD dış politika yapıcıları bu paradigmayı olduğundan da fazla ciddiye almışa benzerler. Bir paradigmayı benimsemek, olayları onun gözlüğünden bakmayı gerektirir ve bir süre sonra da gözlük taktığınızı unutabilirsiniz, tıpkı Neo-conlar gibi...
Yakın geçmişte Fransa'da yaşananlar ya da Karikatür krizi de Huntington'ın gözlüğünden bakıldığında açıklanabilir gözüküyor. Huntington makalesinde bazı kültürlerin demokrasiyle uyumsuz olduğunu söylemekteydi. Ona göre demokrasinin gereksinimleri olan bazı değerler bu kültürlerde namevcuttu ve gelecek dönemde de bu nedenle çatışmalar çıkması kaçınılmazdı...
Huntington makalesini takiben bir çok siyaset bilimci onun öngörülerini doğrular ya da öncüllerini kanıtlar çalışmalar yaptılar. Gerçekten de bu çalışmalara bakıldığında müslüman toplumların demokrat olmadığı görülmekteydi... Eğer Freedom House'un demokrasi ve özgürlükler endekslerine ya da POLITY 4 çalışmasına bakarsanız müslüman ülkelerin çoğunluğunun demokrasiden uzak olduğunu görürsünüz... Bu da demokrasi müslüman toplumlarda yeşerir mi sorusuna olumsuz bir yanıt vermektedir elbette...
Huntington ve takipçilerine bir grup siyaset bilimci de itiraz etti... En anlamlı itirazları iki ana başlık altında toplayabiliriz:
1) Kurumsalcı Yaklaşım: Özellikle de UCSD'de konumlanmış, Center for Democracy çerçevesinde çalışan ve yayınlarına Journal of Democracy'den ulaşabileceğiniz bu kadro bir ülkede demokrasiyi sürdürülebilir kılanın dinin ötesinde bir çok kurumsal faktör olduğunu, iyi bir demokrasinin kökenini iyi kurumlardan alması gerektiğini söylemektedir...
2) Bireysel Değerler Yaklaşımı: Dünya Değerler Araştırması'nın kaptanı Ingelhart'ın önderliğini yaptığı bu grup ise ülkeler arası farklılıklar olsa bile bireylerarası farklılıkların sınırlı olduğu, medeniyetler arası farklılıklar olsa bile bu farklılıkların demokrasi ya da benzeri değerlerde değil; kadın ve dinin siyasal yaşamdaki rolü gibi konularda olduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca farkların asla kapatılamaz olduğunu öne süren Huntington'cı yaklaşımın tam aksine ekonomik gelişme ve diğer faktörlerle bu farkların kapatılabileceği belirtilmektedir. www.worldvalues.org websitesinden Michigan merkezli bu grubun önde gelen çalışmalarına ulaşılabilir...
Her ne kadar bu çalışmalar Huntington'ın mantıksal öncüllerinin altını oymaktaysa da, yeni bir paradigma önerisi henüz ortada gözükmemektedir... Medeniyetler Diyalogu olsa olsa bir alternatif siyasal proje olabilir ancak paradigma olarak değeri ne yazık ki yoktur. Ne Bosna, ne Irak ne de 11 Eylül sonrasını siz bu diyalog paradigmasıyla açıklayamazsınız...
Bu aşamada ben, erken bir ölümle kaybettiğimiz Stefanos Yerasimos hocanın 1995'te verdiği bir seminerde sunduğu ancak bildiğim kadarıyla makaleleştirmeye vakit bulamadığı "geçişkenlik paradigması"nı üzerinde tartışmaya değer buluyorum... Bu paradigmaya göre
1) Medeniyetler arası farklılıklar vardır
2) Medeniyetler arası farklılıklar 1-0 ya da siyah-beyaz gibi gözlenemez.
3) Medeniyetler arasında geçiş bölgeleri vardır ve bu geçiş bölgelerinde farklı medeniyetlerin birarada varolabildiği, hatta bundan da ileri giderek birbirlerinden etkilenebildiği görülmektedir.
Yerasimos hocaya göre bu geçiş bölgeleri arasında Balkanlar, Anadolu, Rusya'nın batısı, Orta Amerika, Pakistan gibi bölgeler gelmektedir. Bu bölgelerin en önemli özellikleri kendilerine özgün bir sentez arayışını gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında medeniyetler arası çatışmaların varlığını, medeniyetler arasında uzlaşmak farklılıklar yerine başka bir faktörle açıklamak mümkündür: Geçiş bölgelerine medeniyetler çatışması gözlükleriyle bakıp dinsel ayrımları empoze etmeye çalışmanın bir sonucu olabilir. Yüzyıllarca bir arada yaşamış Balkanların ulus-devletin (ki oradaki ulus devletlerin yegane ortak paydası dinsel farklılıklardır) doğmasıyla parçalanması ve Bosna'da gelinen nokta, Yerasimos'un açıklamasına iyi bir örnektir.
Aynı şeyin Irak'ta yaşanılmasını açıkça bekliyorum. Bir şekilde arap sünni-kürt-türkmen-şii bir arada yaşayabilecek insanların medeniyetler çatışması perspektifiyle din bazlı uzlaşmaz ve kesişmez kamplara ayrılmasının bu kamplar arasında silahlı bir çatışmaya dönüşmesini her an bekleyebiliriz. Her ne kadar bu çatışmanın doğması Huntington'ı doğruluyor gibi gözükse de, Huntington'cı bakış açısının bu çatışmaları doğurmuş olma olasılığı da gözardı edilmemeleridir...

Bir sosyal bilimcinin en büyük rüyası kimsenin keşfedemediği bazı "doğa kanunları" keşfedebilmektedir. Ne yazık ki alanın doğası gereği bu tür kanunlar son derece azdır ve çoğu zaman kanun gibi gözüken şey büyük bir yanılsamayla sınırlı kalır, bakınız Huntington ve Medeniyetler Çatışması Tezi.

Sosyal Sermaye kavramı bu ender kanunlardan biri olmaya hızla ilerliyor. Görece yeni bir kavram olmasına karşın, hem bu konuda yapılan araştırma sayısı geometrik olarak artmakta hem de sosyal sermaye kavramı bir çok diğer kavramın tetikleyicisi ya da açıklayıcısı olarak işlev görüyor.

Sosyal sermaye kavramının ülkemiz açısından önemini şu şekilde açıklayabiliriz. Türk siyasal kültürünün iyi bir demokrasinin gelişmesini ve sivil toplumun hakettiği rolü almasını engellediği konusunda neredeyse herkes hemfikirdir. İster Devlet Baba (Tahiri bir kavramla Ana da diyebilirsiniz) kavramıyla açıklayın, ister de Kemalist ideolojinin korporatist özelliklerinden dem vurun, Türkiye'de sivil toplum her zaman "öldü ölecek" kıvamda yaşamaktadır. Çok eleştirilen AB ve diğer ülke fonlarının Türk sivil toplumunu nasıl canlandırdığını son 10 yıllık dönemde görebildik. Ama halen Türk kamuoyu gözünde sivil toplum ya örümcektir ya da hayır işleridir.

Öte yandan bütün kamuoyu araştırmaları da Türk toplumunun demokrasiye ikircikli yaklaştığını gösterir. Türk halkının hala üçte birlik bir kısmı uzmanlardan oluşan bir teknokrat hükümetin ya da ordunun ülkeyi yönetmesinin daha iyi olacağını düşünmekte... Siyasal kurumlara güvensizlik had safhada yüksek, ordu ya da Cumhurbaşkanı hariç.

Yine bütün kamuoyu araştırmaları biz Türklerin insanlara pek de güvenmediklerini gösterir. 45 ülke arasında sondan ikinci olmak gibi başarılı olduğumuz bu güven konusunda bizim çalışmamız insanların en fazla ailelerine ve hemşerilerine güvendiklerini gösterdi. Gençler arasında yaptığımız 2003 araştırması da gençlerin sadece yüzde 5'inin insanları güvenilir bulduğunu gösteriyor. Eğitimle ya da gelirle ilişkisi olmadığını benim bu sene ders verdiğim iki vakıf üniversitesinde de benzer oranlara rastlanmasından yola çıkarak söyleyebilirim.

Ayrıca dün Milliyet'te, evvelsi gün de Hürriyet'te yayınlanan ve Infakto RW olarak bizim de içinde bulunduğumuz bir ekip tarafından hazırlanan araştırma da aile yapısı konusunda son derece muhafazakar ve ahlakçı bir toplum çerçevesi çiziyor.

Düşük siyasal ve sivil katılımı da eklediğiniz zaman ortaya çıkan Türkiye manzarası şu: Kalitesiz demokrasi, düşük siyasal katılım, düşük tolerans, düşük güven düzeyi, düşük sivil katılım, zayıf sivil toplum.

Bizim araştırmamızın bulguları bütün bu kavramlar arasında istatistiksel ilişkiler olduğunu gösterdi. Ve en önemlisi daha iyi bir demokrasi, daha yüksek katılım oranları için yüksek tolerans, yüksek güven düzeyi ve yüksek sivil katılımın önemini görgül (ampirik) olarak da sundu.

İlk bakışta bir kısır döngü gibi gözüken süreci kırmamıza yarayacak araç da yukarıdaki denklemde saklı. Eğer siz ülkenin sosyal sermaye düzeyini yükseltebilirseniz, günün sonunda iyi bir demokrasiye, hoşgörülü bir topluma ve katılımcı bir demokrasiye sahip olursunuz.
Butun bu Guneydogu, Kuzey Irak ve benzeri tartismalar icerisinde, cok minik ve sembolik bir gelisme yasandi.
Istanbul Yuzme Ihtisas Kulubu (IYIK), Ortakoy'de yillardan beridir ikamet ettigi binasindan, kira sozlesmesinin sona ermesi nedeniyle cikarildi. Bir bakis acisiyla bir hukuki anlasmazligin cozumuydu ve kimseyi de ilgilendirecek kadar ilginc degildi.
Ote yandan, sembolik olarak bakildiginda, Yuzme Ihtisas'in o binadan cikarilmasi ve yakin gelecekte yerini Reina benzeri bir gece kulubune birakacak olmasi, Turk burjuvazisi acisindan bir donemin daha kapandiginin acik bir gostergesidir. Yuzme Ihtisas, hemen yanibasindaki Lido'yla beraber Turk burjuvazisinin 1990'lar onceki "her gunluk/gecelik yasamini-every day-night life" cok guzel anlatmaktadir.
Finansal karlarin ya da ihracattan kazanilan milyon dolarlarin yeni bir burjuvaziyi -Engin Ardic'in deyimiyle "lumpen burjuvazinin"- ortaya cikarmasindan once, varolan Turk burjuvazisi, ithal ikamesi donemin uretim bicimleriyle zenginlesmis, ancak toplumun geri kalanina "otekilesmemis", iyi kotu ayni toplum icinde varolan bir sinifti. Nufusun 45 milyon oldugu donemde, iyi kotu birbirini taniyan 450 bin - 1 milyon kisiden bahsediyorduk.
Yuzme Ihtisas, zamanin Turk burjuvazisinin bos zamanlarini deniz kiyisindaki bir "kulup"te gecirdigi, cocugunun spor yapmasinin erdemine inandigi guzel bir mekandi. Biraz ilerisindeki Galatasaray Adasinda mukim Galatasaray'la havuzlardaki rekabetin ayni toplumsal sinif icerisindeki tatli cekismelerle sinirli oldugu bir donemin sahidiydi. Gerek Ihtisas'in, gerekse de Galatasaray adasinin havuzlarinda kulac atanlar, benzer ailelerden gelen cocuklardi.
1990'lar Turkiye'de yasam bicimlerinin kokten degistigi bir donem olarak hatirlanacaktir muhtemelen. Hizli nufus artisi, toplumun genelini daha mureffeh hale getiremediyse bile; yukarida bahsi gecen "ab grubu" tuketicilerin sayisini yaklasik 3 katina cikartti, dolayisiyla ortada dolasan para da yeni yasam bicimlerinin olusmasina izin verdi. Etiler, hizli bir sekilde meskun mahalden gece kulupleri mekanina donusurken, Lido yerini Reina'ya birakti; Galatasaray adasi son iki yildir once Buzz, simdi de Reina tarafindan isletilmekte. Nisantasi uc nesildir mukim Istanbul burjuvazisinin ikametgahindan, kendisine ozgu bir kultu olan yeni bir mekana donustu. Kilyos'taki halk plajlari "beach" olurken; kentin dort tarafinda korunakli sitelerde yasayan bir nesil olustu.
Kentin seyredeger mekanlari teker teker ticarilesirken, Yuzme Ihtisas'in da bundan etkilenmemesi mumkun degildi. Yerine acilacak bir gece kulubunun yillik cirosunun milyonlarca dolara ulasabilecegi dusunulurse, bir dernegin orayi isgal etmesinin fuzuliligi acikti.
Muhtemelen, bundan bir yil kadar sonra orada acilacak bir gece kulubu -muzikaliteden yoksun- Turk pop muziginin ritimleriyle Bogazi inletirken, meraklisinin televizyonda kolaylikla izleyebilecegi bir takim nevzuhur magazin kralicelerinin hizli bir borsa seansina donusen ozel hayatlarina "dikiz" atabilecegiz. Nasil 21 yasinda bir kizin kac para harcadigi, gununu nasil gecirdigi butun haber bultenlerini isgal ettiyse, baska SA'larimiz da ortaya cikacak ve moda olusturacak - bir ana haber bulteninde Golturkbuku modasi tartisilirken, 17 yaslarinda bir kiz cocugu "herkes bir kucuk SA" diyerek beni en derin dumurlara garketmistir, ne zaman kesfedildi, ne zaman rol modeli oldu, ne zaman eskidi?-.
Turkiye, yeni burjuvazisini anlamak ve icselletirmekle mukellef. 1980'lerden beri Islami burjuvazinin merkeze penetrasyonuyla kafa yoran sosyal bilimcilerimizin de, merkezin "simdiki halini" anlamalarinin zamani geldi geciyor. Cunku marksist anlamda kati olan hersey buharlasiyor ve altyapi bu kadar hizla degisirken, ustyapi -siyaset diye okuyunuz- bundan soyutlanamaz.
Butun bunlar olurken, Egitim-SEN'in yeni aciklanan raporuna gore Turkiye'de ogrencilerin 24 kisilik siniflarda egitim gorebilmesi icin 15 milyar YTL'ye ihtiyac varmis. Sanliurfa'da ortalama sinif buyuklugu 64 kisiymis. O da baska bir ulkenin hikayesi iste..
Orhan Pamuk ve Nobel Uzerine...

Orhan Pamuk'un edebi niteliklerini tartismak beni asar, nacizane Sessiz Ev'den beri Pamuk ne yazarsa okuyan ve neredeyse Attila Ilhan kalitesinde diyebilecegim bir romancinin NOBEL almasindan ancak gurur duyabilirim, salak Isvecliler yeni kesfettiler diye. Ote yandan, Tahsin Yucel'in veciz bir sekilde yillar once belirttigi uzere Turkce hatalari yapan, tempo sorunu olan, kahramanlarinin bazilarinin ikonalar kadar yapay olabilmesine karsin, benim gozumde Orhan Pamuk devremizin edebiyatcilarini tenzih ederek soyluyorum, cagdas Turk romanindan bir iki siklet yukaridadir. Yine de bunu konunun uzmanlari tartissalar daha iyi olur.
Bir genis spektrumlu sosyal bilimci olan ben icin ise, Orhan Pamuk vakasinin yarattigi travmadir. Bu travmanin altinda yatan ise, Turk milliyetciligin temel iki saikidir.
Ortalama Turk vatandasi icin -KURT yavrularindan bahsetmiyorum- Turk milliyetciligi iki farkli duygunun karisimindan olusur. Birincisi, Jon Turklerden, Ziya Gokalp'ten, Ittihat ve Terakki'den ve tabii ki Kemalizm'den beri suregelen "muassir medeniyetler seviyesine ulasmak"-"Bati'yi Bati'nin araclariyla yenebilmek". Turklerin -etnik olmayan anlamda- son iki yuzyilini belirleyen bu caba, ayni zamanda Turk milliyetciliginin de temel taslarindan biridir.
Ikincisi ise, yine tarihsel hafizadan devraldigimiz "Sevr Sendromu" ya da "Bati bizi bolecek" korkusu. Tolga Budak'in daha yakinen takip ettigi uzere Avrupa'li politikacilarin basiretsizligi sayesinde bol miktarda tekrarlanan bu korku, Turk milliyetciliginin biraz da karanlik ve otoriter yuzunu olusturur.
Galatasaray'in UEFA Sampiyonlugu, Eurovision birinciligi, Fatih Terim'in Milan'i calistirmasi, Fatih Akin'in Berlin Festivali'nden birinciligi, Milli Takimin dunya ucunculugu ve tabii ki ColaTurka ve Ali Desidero, birinci tur milliyetciligin acik tezahurleridir.
Kurtlar Vadisi: Irak, Suleymaniye Krizi, Ermeni Soykirimi tasarimi, ve benzeri gelismeler ikinci tur milliyetciligi tetikleyen unsurlardir.
Orhan Pamuk meselesini benzersiz kilan ise, bu iki farkli milliyetcilik saikinin kesistigi noktaya rastgelmesidir. Bir yandan romancilik gibi tamamen Avrupali olan bir alanda NOBEL gibi son derece batili bir odulu kazanmanin onuru durmaktadir. Ote yandan ise Orhan Pamuk'un bahtsiz sozlerinden yola cikarak bir nevi "Faust sendromu"ndan, Bati'ya ruhunu satmaktan bahsedebiliriz.
Ertugrul Ozkok'un de veciz bir sekilde ifade ettigi uzere, ortalama Turk vatandasi bu iki farkli duygunun farkli dozlardaki karisimlarindan dolayi karisik duygular icerisindedir. Angaje olanlar ise kendi gercekliklerini dogrulayacak bir baska kanit bulduklari icin mutludurlar.
Gecen yil yaptigimiz Milliyetcilik Arastirmasi'nda "yurtdisinda Turkluge en fazla katkida bulunmus kisi kimdir" sorusuna en fazla verilen yanitlar Sertab Erener ve Fatih Terim olmustu. Orhan Pamuk yaniti verenlerin orani ise sadece yuzde 4'tu. Bugun bu soruyu tekrar sorsak, acaba bu oran kac olur?

Avrupa Birliği, Türk Kamuoyu ve Beklentiler

Uluslararası ilişkiler tartışılırken kamuoyunun görüşlerinin yok sayılması yaygın bir pratik. Ama bugün hükümetler için hem meşruiyet kaynağı olan hem de manevra alanı olan sağlayan sıradan seçmenin dış politika hakkındaki görüşlerini dikkate almamak çok zor. Özellikle de fırtınalı Türkiye-AB ilişkileri söz konusuysa.

1996’dan beri yapılan bütün kamuoyu araştırmaları Türk seçmeninin AB’ye tam üyelik projesini desteklediğini göstermekte: Bir referandumda AB’ye üyelik lehinde oy kullanacağını belirtenlerin oranı 1996’da yüzde 55’ten 2001’de yüzde 74’e yükselmiş, izleyen 5 yıl boyunca 65-74 aralığında dalgalandıktan sonra 2006 Haziranında yüzde 57’ye kadar düşmüş. Yüzde 30’luk muhalefete karşın kamuoyunun yarısından fazlası bu projeyi hala desteklemekte.

Sadece desteğin düzeyini değil, belirleyicilerini de keşfeden kamuoyu araştırmalarına göre Türkiye’de insanların AB’ye olumsuz bakış açılarını belirleyen iki önemli faktör var: Birincisi ülkenin bölünme korkusu ve AB’nin bölücü hareketlere olan desteği; ikincisi ise AB üyesi ülkelerin Türkiye’yi asla üyeliğe kabul etmeyecekleri ön yargısı. Ne zaman dış politikada bu iki motiften biri tetiklense, Türkiye’de AB karşıtlığının yükseldiğini görürüz.

11 Aralık sonrasında yapılacak herhangi bir kamuoyu araştırmasının sonucunu öngörmek ise çok zor değil: Müzakerelerin dondurulma kararı ikinci motife bir mesnet oluşturacak ve AB projesine destek en azından rakamsal olarak düşecek.

Bu dalgalanmalar kamuoyunun hafızasında yer etmese doğal sayılabilirdi; ancak yine araştırmalar gösteriyor ki her dalgalanma seçmenlerin bir kısmını daha Avrupa şüpheci kampa belki de geri dönmemek üzere itmekte. Dış politika flörtlerinin getirileri çok olabilir ancak kutuplaşmış algıları çözmek birden fazla nesle düşen bir sorumluluk olabilir.

Kamuoyu Araştırmaları ve Seçim Sonuçları: Öngörüyle Yönlendirme Arasında...

Neredeyse bir doğa kanunu olarak Türkiye’de siyaset sahnesinin ısındığı dönemler, seçim anketlerinin sayısının artmasıyla kesişirler. Her ne kadar üniversitelerden sivil toplum kuruluşlarına kadar bir çok kurum ülkenin “iklimini” anlamak için düzenli olarak kamuoyu araştırmaları yapsalar da, medyanın ilgisini çeken araştırmalar daha çok seçim sonucunu öngörmeyi amaçlayan araştırmalar olurlar.

Bu tür araştırmalarla medya ve politikacılar arasında da bir aşk-nefret ilişkisi yaşanır aynı zamanda. Araştırmanın öngördüğü seçim sonuçlarının “akıla yatmasıyla” ya da herhangi bir siyasi parti liderinin stratejisini doğrudan etkilemesiyle, bu araştırmalar ve araştırmacılar kolaylıkla suçlanabilir, yaftalanabilir ve hatta 2002 genel seçimlerinde yaşandığı üzere mahkemeye verilebilirler. Mahkemenin sonucunu kimse bilmese de, mahkemeye veren liderin seçimi ve koltuğunu kaybettiğini söylemekte elbette ki yarar var.


Geçtiğimiz ay da seçim anketler açısından bereketli bir aydı, birden fazla kurumun yaptığı kamuoyu araştırmalarının sonuçlarının birbirinin ardı sıra açıklanmasına ek olarak Başbakan’ın kendi anketlerinde de oylarının düştüğünü söylemesi, yine dikkatleri bu anketlere çekti. Yayılanan anketlerden birincisi iktidar partisinin oylarının yüzde 20’lerde olduğunu söylerken, Başbakan’ın düştüğünü söylediği oyların ufak bir hesaplaması iktidarın kendi anketinde 2002’den daha fazla oy alma potansiyeli olduğunu göstermekteydi. Bu sonuçların yorumları da, yorumlayanların görüşlerine paralel olarak farklılık gösterdi.


Anket sonuçlarının ne kadar doğru olduğu uzun, üstüne de çok sayıda teknik detaylarla dolu bir süreç. Ne yazık ki ülkemizde kamuoyu araştırmalarının kalitesinin akademik anlamda tartışıldığı bir kurum mevcut değil. Yine de bu araştırmalar için şunu söyleyebiliriz: Henüz çok erken.


Kamuoyu araştırmaları toplumun nabzını tutmak, genel iklimi görebilmek ve temel kırılımları keşfedebilmek için son derece yararlı araçlar. Öte yandan, geçen yıllarda görüldüğü ve bizim de “Türk Kamuoyunun ABD’ye ve Amerikalılara Bakışı” çalışmasında deneyimlediğimiz gibi yeni bir tartışma başlatmak ve politikaları yönlendirmek açısından da siyasetin olmazsa olmaz unsurları.

Ancak bu tür araştırmaları seçim sonuçlarını öngörmeye yönelik yıldız fallarına dönüştürmek çok yanlış. Özellikle de önümüzdeki bir yıl içerisinde siyaset sahnesinin ne kadar değişebileceği gözönünde tutulursa. 2007 yılında yaşanacak bütün gelişmelerin –Kuzey Irak, İran, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Avrupa Birliği gibi- izdüşümleri tabii ki seçim sonuçlarına yansıyacak. Bu nedenle bugünden yapılan bütün tahminler sadece fikir verici ancak öngörmek açısından en fazla taksi şöförleriyle yapılacak sohbetler kadar bilgi verici kalacaktır.

Türkiye’nin “genç ve dinamik” nüfusuyla tanınan bir ülke, ancak bu konudaki çalışmaların sayısı 1990’ların ikinci yarısına kadar son derece azdı. 1997’de yapılan ve Türk gençliğini anlamayı hedefleyen ilk çalışmanın ismi, bu büyük soru işaretinden esinlenerek “Suskun Kitle Büyüteç Altında” idi. Çok boyutlu saha araştırmasının “ex-post facto” en önemli bulgusu da o tarihte 15-27, bugün 24-36 yaşlarında olan gençlerin “ülke yönetiminde söz sahibi olmasını” istedikleri kişi sorusuna henüz Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan yanıtı vermeleriydi.

ARI Hareketi’nin 1999 yılında IRI işbirliğiyle yürüttüğü “Türk Gençliğinin Siyasal Katılımı” araştırması gençlerin “demir üçgen” adı verilen okul-aile-devlet arasında sıkıştıklarını ve kendilerini ifade etme yeteneklerini kaybettiklerini göstermiş, siyasal ya da sosyal alanda “katılmamanın” Türk gençliğinin en önemli ortak paydası olduğunu da keşfetmişti. 2003 yılında çekilen resim ise daha farklı değildi.

Geçen ay Sabah’ta yayınlanan araştırma da, Türk gençliğinin bugünkü durumu hakkında ilginç sonuçlar veriyor: Gençler en fazla orduya ve üçte birinin dayak yediğini söylediği öğretmenlerine güveniyor. Her üç gençten biri “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok derken”, herhangi bir siyasi görüş sahibi olmayanların da oranı üçte bir. Dünyayla ilgi sorunlara kafa yoranlar ise yine sadece üçte bir. Her iki gençten biri gelecek hakkında kaygılıyken, yüzde 78’i “sevdiklerini kaybetmekten korkuyor”.

Tabii ki, zamanın getirdiği deneyimlerin bu görüşleri değiştirmesi olası. Yine de, bugünün gençlerinin yarının vatandaşları olacağı; bugünün korkularının yarının Türkiye’sinin fay hatlarını oluşturacağını akıldan çıkarmamak gerek.