Monday, November 24, 2008

Bentler Yıkılırken….

2008 sonbaharında yaşananlar, 200 yıldır serbest piyasa söylemi üzerinde yükselen hali hazırdaki dünya sistemimizin bir başka “büyük değişim” geçirmeye hazır olduğunun işaretlerini verdi. ABD’den başlayan ve önde gelen finansal aracılık kuruluşlarının birbiri ardına kapanmasına ve bazılarının daha anlaşılır türden bankacılık yapan kurumlarca devralmasına; son bir ayda bütün kuzeydoğu eyaletlerini kendi yanına çekerek seçilmeyi başaran Barrack Obama’nın zaferi eklendi.

Amerikan türü “casino” kapitalizminin, kimsenin anlamadığı türev oyuncakların ve kablolar üzerinden akıp giden trilyonlarca doların çok kısa sürede berhava olması; ezelden beri kapitalizmle barışık yaşamayı beceremeyenler için bir umut oldu. Yine de dünyamızın üzerinde bir hayalet gibi dolaşan kapitalist ekonomik sistemin çöküşünü kutlamak için oldukça erken.
Biraz geriye yaslanıp dünya sistemi perspektifinden bakıldığında yaşanan şey bütün bir ekonomik sistemin çöküşü değil, bir tür kapitalizmin yarattığı artı değerin başka bir tür kapitalizm tarafından devralınmasıdır. Her devralma işlemi gibi bu transferin de sancıları olacak ve 1980’lerden bugüne gelen “yuppie” imajının sadece tarihi filmlerde görüldüğü bir döneme adım atacağız.

Yaşanan şey, Reagancı neoliberalizmin yıktığı ya da bakımsız bıraktığı bentlerin, kendi yarattığı su baskınlarına direnememesidir. Para arzına odaklanmış ekonomi politikaların “gereksiz masraf” diye nitelendirip çöpe attığı sosyal devletin yokluğu yaşanan acıların boyutunu arttırmış gözükmekte. Devletin olmadığı, serbest piyasanın “şefkatli” ellerinin kimseyi kucaklamadığı bu dönemde, Amerikalıların sarıldığı şey Obama’nın söyleminde somutlaşan “değişim” umudu.

Türkiye’mizin son 10 yılda yaşadığı şey daha farklı değil tabii ki. Biz Amerikalılardan daha erken göğüsledik kapitalizmin dalgalarını ve travmalarımızı da solun olmadığı yerde “cemaatçi” gözüken bir siyasal partiye iktidarı teslim ederek atlatmaya çalıştık. Umarım başarmışızdır.
Depresif ve Mutsuz Gençliğe Bakarken…

ARI Hareketi için Infakto RW tarafından yürütülen Türk Gençliğinin Siyasal Tutumları araştırması ülkemizin geleceğiyle ilgilenenler için önemli bulguları sunuyor. Her ne kadar medyanın yaygın ilgisi siyasi liderlerimizin hiçbirinin gençlerden geçer not alamadığı gerçeğine odaklansa da; araştırmanın diğer bulguları bu durumun sadece bir sonuç olduğunu gösteriyor.
Araştırma çalışmasının kabaca tasvir ettiği Türk gençliği pek de mutlu olmayan, gelecekten umutsuz, her an çıkabilecek bir siyasi ya da ekonomik kriz korkusu taşıyan ve en önemlisi anne ve babalarına kıyasla yolunu yordamını ve rol modelini daha fazla kaybetmiş bir profil sergiliyor. Değerler ve normların kaybolması anlamına gelen ANOMİ duygusu gençlerimizde Türk kamuoyunun geneline kıyasla çok daha yaygın.

Psikolojik durumu konunun profesyonelleri için kaygı verici Türk gençlerinin yaşadıkları hayattan memnun olmamalarına karşın –ve belki de bu nedenle- siyasetle ya da sivil katılımla ilgilenmemeleri pek de şaşırtıcı değil. Ülkemizin yaşadığı hızlı değişim süreci ve 12 Eylül mirası siyasi kültür gençlerimizi belki de içerisinden hiç çıkamayacakları bir sıkışıklık duygusuna sürüklemişken; çözümü siyasette aramaları şaşırtıcı olurdu.

Eldeki istatistiklere göre, aynı yıl doğan her yüz Türk bebeğinden sadece dördü üniversite eğitimi alabiliyor ve bu bebekler arasından sadece 1’i istediği bölümde okuyabiliyor. Kentlerde yaşayan genç erkeklerin yüzde 25’i ve genç kadınların yüzde 30’undan fazlası iş arıyor ve bulamıyor. Cep harçlıkları 21. Yüzyılın tüketim toplumunun vaatlerinin çok uzağında ve anne babalarının evlerinde geçirdikleri bu “uzatılmış ergenlik”, gençlerimizin büyük kısmını depresyona ve bunalıma sürüklüyor.

Gençlik cephesinde hal böyleyken, siyasilerimizin –aralarında genç gözükenler de olsa- gençlerin sorunlarına hiç eğilmemeleri ve “büyüyünce geçer” türünden bir yaklaşımı sürdürmeleri; gençlerimize pek niyetli olmasalar da değişimi ancak kendilerinin gerçekleştireceğini gösteriyor. Belki de bir 2008 sonbaharına ihtiyaç duyuyoruz.
Sıcak 2008 Yazı…

Anayasa Mahkemesi’nin alacağı karar beklenedursun, tarihin “sıkıştığı” günler olarak hatırlayacağımız 2008’in sıcak yaz ayları, çocuklarımızın geleceğinin de belirlendiği günler olacak. Bunun da en önemli sebebi önümüzdeki üç ayda yaşanacakların Türkiye’de siyaset yapma biçimini kökten etkileyecek olması.

Bir çok sıcak gelişmeye sahne olan 2007 yılında bile gelecekten umudunu kaybetmeyen Türk kamuoyu, geçenlerde sonuçlanan araştırmamıza göre kayda değer bir kötümserlik duygusuna gark olmuş durumda. Her dört kişiden üçü ülkemizin iyi yolda olmadığı kanısındayken –bu oran 2007 seçim öncesinde sadece yüzde 40’tı- önümüzdeki bir yılın ekonomik açılardan ailesine ve ülkesine iyi bir ortam sağlayacağını düşünenlerin oranı sırasıyla yüzde 15 ve yüzde 25 ki bu oranlar geçen yıl yüzde 30’ların üzerindeydi. En önemlisi, her 10 Türk seçmeninden 8’i önümüzdeki bir yıl içerisinde ekonomik ya da siyasi kriz beklemekte.

Yaygın karamsarlığın yanısıra, seçmenlerimiz arasında kayda değer bir kutuplaşma da var. Bu kutuplaşma ekonomik gidişat konusundaki beklentilerden başlayıp –bir CHP seçmeninin ekonomik konularda iyimser beklenti sahibi olma olasılığı sadece yüzde 4-; AKP hakkında açılan kapatılma davasına kadar uzanıyor: AKP seçmenlerinin yüzde 90’ı olası bir kapatma kararına açıkça karşıyken; CHP’lilerin yüzde 80’i bu kararı destekleyeceklerini söylüyor. MHP tabanı ise hemen her konuda bu iki uç görüşün ortasında yer almakta.

Siyasi kutuplaşma ve gelecekten umutsuzluk –dış politika konularında içe kapanma eğiliminin artışını da göz önünde tutun- önümüzdeki dönemde tek eksende siyasetin yapılacağını ve ülkemizi ileriye götürecek arayışların yerini karşılıklı suçlamaya dayanan bir Karagöz oyununa bırakacağını gösteriyor ne yazık ki.
Türkiye Bir Köprüden Geçerken...

2008 yılının bir önceki yıla kıyasla daha “hareketsiz” geçeceğini öngörmemize karşın, Türban tartışmaları, Anayasa Mahkemesi’nde açılan dava ve CHP Kurultay’ında vücut bulan “solun geleceği” kaygıları; bu yılın da “ilginç” geçeceğinin ipuçlarını verdi. Yarım asırlık kadim Türk demokrasisi birbiri ardına sınavlar vermeye devam edecek gibi gözüküyor.

AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma olasılığı konusunda uzmanların dahi görüşleri bir yazı tura atışından öteye gidemezken; siyaset sahnesinde AKP sonrası aktörler kendilerine yer aramaya başladılar bile. Elde kesin rakamlar olmasa dahi, kamuoyunun açık çoğunluğunun bu davaya da, mesnetlerine de, olası kapatma kararına da karşı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öte yandan AKP’nin kapatılması durumunda 22 Temmuz’da sandıkta AKP’yi tercih edenlerin çoğunluğunun yeni kurulacak Erdoğan’sız partiye oy verme eğilimi taşıyacakları da açık. Tabii ki Kıyamet gününün ardından AKP yerini sadece tek bir partiye bırakırsa...

AKP’yi bugünlere getiren yüzde 47’nin verdiği aşırı özgüven, siyasal ve ekonomik yaşamda farklı görüşlere cevaz vermeyen Özal mirası monizm ve meşruiyeti sadece sandıkta gören merkez sağ hastalıklarından muzdarip olmayan bir tasavvura girilebilir mi? Türkiye’nin ihtiyacı olan demokratik reformları yapabilecek, ekonomik istikrarı koruyup başı dik bir dış politikaya sahip çıkabilecek bir alternatif olabilir mi? Bütün bunları şeffaflık, hesap verebilirlik ve katılımcılık prensipleri altında gerçekleştirebilir mi? Daha önemlisi, demokrasinin “köyümüzdeki en iyi oyun” olduğu gerçeğine sahip çıkabilir mi?

Tabii ki bu sorulara olumlu yanıt vermek siyasi başarının anahtarı değil. Ve hatta, bu sorular yok sayılarak da ülkenin bütün idari makamları kontrol altına alınabiliyor. Ama bu soruları yanıtlayabilecek cesarete sahip aktörler, çocuklarımız tarafından her zaman hayırla yad edilecekler; tıpkı 1920’lerin efsane komutanları, siyasal liderleri gibi.

1920’de Ankara’da sömürge olmak haricinde bir yolun ilk adımı atılmıştı. Önümüzdeki dönemde ise yine Ankara’da atılacak yazı tura, geleceğimiz üzerinde düşündüğümüzden çok daha etkili olabilir.
Aile Gençlerin Hala Tek Sığınağı, Dayağa Rağmen...

ARI Hareketi’nin detayları yukarıda verilen “Kadına Yönelik Şiddet Araştırması” bu konularda kafa yoranlar için zengin bir veri desteği sundu. Araştırmanın ülkemizde kadına verilen önemi(!) gösteren sayısız bulgusunun yanısıra, kadın-erkek farketmeden ne kadar şiddetle içice olduğumuzu gösteren rakamları dikkate alınmalı.

Araştırmaya katılanların yüzde 75’i sayılan şiddet türlerinden en az bir tanesiyle yüzyüze kalmış. En yaygın şiddet türü yüzde 65 ile “kötü söz işitmek” iken, fiziksel şiddet görenlerin oranı yüzde 40. Şiddetin kaynağına gelince, şiddet görenlerin yüzde 70’i için şiddetin başlıca kaynağı aile içinde, genel olarak da baba ya da anne.

Geçen yıl yapılan bir başka araştırma da gençlerin sadece yüzde 7’sinin “insanların çoğuna güvenilebileceği” görüşüne sahip olduğunu göstermişti. En fazla güvenilenler ise aile (yüzde 90), arkadaşlar (yüzde 70) ve öğretmenlerdi (yüzde 40). Her ne kadar iki araştırmanın hedef kitlesi birebir aynı olmasa da, gençlerin bir kısmının şiddet görse dahi ailesine ve arkadaşlarına güvenmeye devam ettiğini söyleyebiliriz.

Gençlerin büyük çoğunluğunun “kolay kolay iş bulamayacağı” görüşünde olduğu ve iş bulmak için gereken en önemli unsurların “geniş bir çevre” ve “yüksek yerlerdeki tanıdıklar” olarak sayıldığı da aynı araştırmanın bulguları arasında. Her dört gençten üçünün “gençlerin görüşü dikkate alınmıyor” diye düşündüğü ve bunun başlıca sorumlusunun da devlet (yüzde 51), aile (22) ve eğitim (yüzde 21) olarak gördüğü gerçeği de resimi tamamlıyor.

Ailesinde şiddet görmesine ve görüşü dikkate alınmamasına karşın, yaşam yarışında güvenecek tek dal olarak ailesinden başka sermayesi olmayan gençlerin gelecekte nasıl bir ülkeye imza atacakları hepimiz için merak konusu olmalı.
2008 Türkiye’ye Neler Getirecek?

2007’yi ülkemizin “en uzun yıllarından” biri olarak geçirdik. Siyasi cinayetleri, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan siyasi kriz ve tek parti iktidarının pekişmesiyle sonuçlanan erken genel seçim izledi. Bugün 2012 Temmuz’una kadar hükümeti ve Cumhurbaşkanlığı’nı elinde tutması neredeyse kesin olan bir iktidar tarafından yönetilmekteyiz; bazı siyaset bilimcilerin ve 12 Eylül generallerinin arzu etmiş oldukları siyasi istikrara da nihayet kavuşmuş durumdayız.
Siyasi istikrarın tek başına bir ülkeye mutluluk, huzur ya da kalkınma getirip getirmeyeceğini bize zaman gösterirken 2008 yılında gündemimizi işgal edecek ve bakış açımızı belirleyecek gelişmeler muhtemelen şunlar:

i) Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle olan sorunlar devam edecek, PKK’nın faaliyetinin kırlarda ya da kentlerde artması olasılığında da bu durumun bir numaralı sorumlusu Barzani, iki numaralı sorumlusu da ABD olarak görülecek.
ii) Terör faaliyetlerinin artması durumunda Ekim 2007’de gökyüzünü karartan savaş bulutları yeniden ortaya çıkacak ve milliyetçi olduğunu iddia eden siyasi aktörler savaş kışkırtıcılığında yeniden yarışa girecekler.
iii) EğerAB iç politik kaygılarının sonucunda bir sorun çıkarmazsa ilişkilerimiz “ağır aksak” ilerlemeye devam edecek. Müzakereler devam ederken; kamuoyunun şimdiden yaşamaya başladığı düş kırıklığı muhtemelen artacak: Eurobarometer araştırmasında Türk vatandaşları arasında gelecekteki AB üyeliğimizin iyi olacağını düşünenlerin oranı 9 puan düşerek yüzde 53 olarak ölçülmüşken yüzde 40’lara hazırlıklı olmakta yarar var.
iv) Dış ekonomik gelişmelerde ani sarsıntılar yaşansa dahi, 2001 benzeri bir krize dönüşmediği sürece ekonomi iyiye gidecek. Bu konudaki iyimserlik günbegün azalırken; 2009’da seçim sandığında yine ekonomik değerlendirmeler ışığında iktidar partisine oy vermeye devam edildiğini göreceğiz.
v) “Ulusalcı” ya da “Yeni sol” girişimlerin sayısı artacak, ancak bu girişimler birbiri ardına başarısız olup dört partili siyasetin ana mecraları arasında kaybolup gidecekler.

Sonuç olarak; 2008, 2007’nin seçimsiz, darbesiz, cinayetsiz hali olarak geçecek; geri kalan cephelerde ise önemli bir gelişme olmayacak. Umarım hepimize sağlık, mutluluk ve huzur getirir.
Seçmen Cebini mi Düşünüyor, Geleceğini mi?

AKP’nin 2007 genel seçimlerinden zaferle çıkmasını sağlayan nedenlerin başında ekonominin geldiği konusunda fikir birliği var. 2002’den bugüne gelen iktidar döneminde, ülkemiz hem düşük enflasyon hem de yüksek büyüme gibi çok uzun zamandır hasret kaldığı bir ekonomik performansı yaşama şansı buldu. Büyümenin kaynakları, sürdürülebilir olup olmadığı, ekonomik istikrarın sürekli olup olmayacağı ya da ülkemizin rekabet gücü; tartışılır konular arasında olsa bile; seçmenimiz ekonomik gelişmelerden memnun gözüküyor ve bunu da iktidar partisine oy vererek ödüllendiriyor.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun son dönemde sunmuş olduğu bir bildiriye göre, ülkenin ekonomik koşullarından memnuniyetin 1 puan artması, herhangi bir seçmenin kendisini AKP’yle özdeşleştirme olasılığını 2,7 katına çıkarıyor. Öte yandan, benzer bir memnuniyet artışının seçmenlerin kendilerini CHP’yle özdeşleştirme olasılığını yüzde 60, MHP’yle özdeşleştirme olasılığını ise yüzde 70 azalttığı göz önünde tutulursa; günümüzde seçmenin algısını ekonomik değerlendirmelerin etkilediğini söylemek mümkün.

Yine de ekonomik oy verme hipotezine önemli kanıtlar sunan bu bulgu bazı soru işaretlerine de açık. Türkiye İstatistik Kurumu, 2003 yılından beri vatandaşların ülke ekonomisine ne derece güvendiklerini sorgulamakta ve Tüketici Güven Endeksi’ni hesaplamakta. Bu endeksin zaman içerisindeki değişimini incelemek ilginç olabilir:

i) Aralık 2002’de 100 olan Tüketici Güven Endeksi, tam bir yıl sonra yüzde 10’luk bir artışla 111 puana yükselmiş. Yerel Seçimlerde 110 puan seviyesinden, Aralık 2005’te 100 puanın altına kadar düşmüş.
ii) Mayıs-Haziran 2006 yıllarında yaşanan dalgalanma sürecinde 90 puana kadar gerileyen endeks, Nisan 2007’de 94 puandaymış. Seçim sonrasında 98’e yükselip başlangıç değerine çok yaklaşmış ancak Aralık ayında 94 puandaymış.

TÜİK’in derlediği diğer endekslerde benzer bir seyir izlemekteler: Seçim öncesinde başlangıç değerinin yüzde 90’ından yukarıda olan herhangi bir endeks yok. Başka bir deyişle, seçmenlerin ekonomiye güvenleri ve beklentileri AKP iktidarı döneminde olumluya dönmemiş, buna karşın sandıkta ekonomik nedenlerle oy kullanmışlar.

Sadece bu bulgular bile üzerinde düşünülecek çok şey veriyorlar. Özellikle bir ekonomik dalgalanmanın kapının hemen dışında beklediği bugünlerde.
Türkiye 2011 Seçimlerine Giderken...

Kamuoyunun bir kısmında 22 Temmuz seçim sonuçlarının yarattığı travma akılcılaştırma sürecine geçedursun; yeni bir siyasi dönem başlamış bulunuyor. 2002 seçimlerinde başlayan tasfiye bir sonraki aşamasında: Yeni parlamentoda bir önceki dönem vekillerinden sadece 177’i görev yapacak. İktidarın ve ana muhalefetin aynı kaldığı bir seçim sonrası için kayda değer yükseklikte bir yenilenme oranı yüzde 68.

Önümüzdeki günlerin gelişmeleri bir sekte vurmazsa, Erdoğan tarafından kurulacak yeni hükümette de benzer bir oranda yeni yüzlere yer verilmesi bekleniyor. Cumhurbaşkanı’nın ve belki de Meclis Başkanı’nın da değişmesiyle ülkenin siyasi kadrolarının büyük bir kısmının yeni isimler tarafından doldurulması olası.

Siyasi iktidar tarafında bu denli bir değişim yaşanırken; siyasetten dışlananlar ve geleceğin siyasi aktörleri değişecek mi? 2011’de yapılmasını umduğumuz gelecek genel seçimlerin sonucunu bu soruya verilen yanıt belirleyecek. AKP’nin ekonomik istikrar artı demokratikleşme vurgusuna destek verdiği anlaşılan yüzde 47’lik kesimin ve bu görüşü paylaşmayan muhaliflerin gelecekteki manzarası tabii ki AKP’nin hükümet olarak performansına bağlı. Öte yandan, ekonomik istikrar ve büyüme devam etse ve Avrupa Birliği vizyonuna yakınlaşılsa dahi, seçmenlerimizin beklentilerinin beş yıl içerisinde değişmesi de mümkün.

O zaman geleceğin siyasi aktörlerinin çözmeleri denklem biraz daha sofistike hale geliyor: Hem AKP’nin bu kritik konulardaki performansını öngörmek hem de seçmen beklentilerindeki olası bir değişimi göz önünde tutmaları gerek. Zor, ama sonunda elde edilecek ödüle değer.