Thursday, August 06, 2009

"Emre Erdogan, direttore di Infakto Research Workshop, è preoccupato dalla possibilità di un simile sviluppo. Secondo costui, la candidatura della Turchia all’Unione Europea funziona un po’ come un’ancora, un motore di ulteriore democratizzazione nel paese. “Non abbiamo ancora interiorizzato alcuni di questi principi democratici. Non abbiamo una dedizione ideologica a queste problematiche. Non esiste ancora, in Turchia, un elemento davvero liberal che sia rilevante nel panorama politico nazionale. Abbiamo dei musulmani democratici e dei kemalisti democratici (dal partito laico fondato da Mustafa Kemal Ataturk), ma non abbiamo una sinistra. L’eredità lasciataci dal dominio dell’esercito esiste ancora, ragion per cui abbiamo bisogno di un’ancora esterna che ci spinga a adottare sempre nuove riforme"

http://www.formazionepolitica.org/vedit/newsletter_nuova.asp?pagina=4638

Thursday, July 30, 2009

Krizin Bırakacağı İzler Üzerine…

2008 ekonomik krizinin hayatımız üzerindeki etkileri bir süre daha devam edecek gibi... Ekonomik kriz var olan kapitalist sistemin kendisini düzeltmesiyle mi sonuçlanacak –finansal piyasaların regülasyonu, sermaye hareketlerinin kısıtlanması vs.- yoksa daha kökten bir geriye dönüşümle “pazar toplumu” haricindeki bir hale mi döneceğiz, bunu zaman gösterecek.

Ekonomik çalkantılarla yaşamaya alışkın bir ülkenin vatandaşları olarak, krizin bizim ruh halimizi nasıl etkilediğini gösteren ipuçları ortaya çıkmaya başladı. World Public Opinion Network tarafından Türkiye dahil 20 ülkede yürütülen kamuoyu araştırması kriz sonrası dünyamız hakkında bize bazı fikirler verebilir.

Öncelikle Türklerin yüzde 55’i, hükümetin küresel krizle mücadelede alması gereken daha yol olduğu kanısında. Hükümetin krizle mücadelede fazla ileri gittiğini düşünenlerin oranı ise sadece yüzde 13; bu oran Hindistan’da yüzde 37, ABD’de yüzde 30.

Hükümetin zor durumda olan imalat sanayi kuruluşlarına yardım etmesi konusuna görüşülen Türklerin yüzde 71’i sıcak bakıyor. Yine yaklaşık dörtte üçlük bir kesim, Türk firmalarının yabancı mallara karşı korunması için gümrük duvarlarının yükseltilmesi gibi ticaret engellerine başvurulmasını destekliyor.

Bu rakamlara küresel ekonomik krizin sorumlusu olarak ABD’nin (yüzde 58) ve hükümetin (yüzde 39) ekonomi politikalarının ve fazla risk alan uluslararası bankerlerin (yüzde 37) görülmesi de eklendiğinde krizin Türk kamuoyunun ruh halini nasıl evirdiğini anlayabiliriz. Bazı sosyal bilimciler insan hafızasının her şeyi kolayca unuttuğundan eminken, bazıları da yaşanan her travmanın yaşamın sonraki aşamalarında kendisini gösterdiğini ileri sürüyor.

Eğer birinci grup sosyal bilimciler haklıysa, yaşanan kriz kolayca unutulacak ve yerini tüketmenin hazzına bırakacaktır. Eğer yaşanılanlar iz bırakıyorsa, vatandaşlarımızın gelecekte daha muhafazakar olacaklarını söyleyebiliriz.

TÜİK’in yeni açıklanan araştırması, Tüketici Güven Endeksi’nin 85 puana ulaştığını gösteriyor. Bu rakam 2008 Haziran’ında 75, Kasım ayında ise 69’du. Mart’tan beri sürekli bir artış içerisinde olan bu endeks, sizce hangi grup sosyal bilimciyi haklı çıkarıyor?

ARI Bülten, Temmuz'07
Türk Halkının Obama Sempatisinin Altında Yatanlar

ABD’nin yeni cumhurbaşkanı Barack Obama’nın Nisan ayında ülkemize yaptığı ziyaret bir çok açıdan olduğu gibi neredeyse Amerikan karşıtlığının kıblesi olmuş kamuoyumuzda nasıl bir etki yaratacağı da meraklısının dikkatini çekti. Obama’nın ziyaretinin belli olmadığı günlerde tarafımızdan yapılan bir kamuoyu araştırması Türk halkının yeni seçilen “Hüseyin” başkana kayda değer oranda sempatisi olduğunu gösterdi. Görüşülenlerin yüzde 40’ı Obama’ya güvendiğini söylemekteydi. Bu oranın George W. Bush için yüzde 9’da kaldığını hatırlarsak, yeni ABD başkanının topladığı sempatinin boyutları daha dikkat çekici olur.

Öte yandan Obama’ya duyulan bu güvenin ülkemizdeki ABD karşıtlığını azaltabileceği ve hatta olumluya döndürebileceği konunun uzmanları tarafından belirtilmişti. Ziyaretten yaklaşık 1 ay sonra yapılan ve www.worldpublicopinion.org sitesinden sonuçlarına erişilebilecek bir diğer araştırma bu soruları da yanıtladı.

Haziran ayının sonlarında açıklanan bu araştırmaya göre ülkemizde Obama’ya duyulan sempati yine yüzde 45 düzeyindeydi ve hemen hemen değişmemişti. Bu rakam çalışmanın yapıldığı yirmi diğer ülkeyle karşılaştırıldığında yüzde 90’lık skorlara ulaşan İngiltere, Fransa, Almanya ya da Güney Kore’ye göre düşük; ancak yüzde 23’lük Rusya ortalamasına göre hayli yüksek bir sempatiye işaret etmekti. Türk kamuoyu 20 ülke arasında sondan 6.ydı sempati skorları sıralamasında.

Aynı araştırmanın bir başka modülüyse Türkiye’de Amerikan karşıtlığında kayda değer bir oranda değişme olmadığını gösterdi. Türklerin yüzde 16’sı ABD’nin küresel konularda olumlu bir rol oynadığı inancındayken, yüzde 86’sı ABD’nin Türk hükümetine isteklerini kabul ettirmek için güç kullandığı görüşüne katılmaktaydı.

Uluslararası ilişkilerde kamuoyunun dediklerini sorgulamadan kabul etmek de, yok saymak kadar yanlış bir davranış olabilir. Ancak Türkiye’de Barack Hüseyin Obama’nın uyandırdığı sempatinin “hem en büyük düşman, hem de en iyi dost” olmayı başarabilen ABD’yle ilişkilerimizi olumlu etkileyebilmesi için tarafların daha çok çaba sarfetmeleri gerekmekte.

Thursday, June 18, 2009

Türkiye’nin Şirazesi…

Türk toplumunun özeleştiri yapabilmesi için travmalara ihtiyaç duyduğu artık bilinen bir gerçek. Nedenleri bilinmez, bu ülke sınırları içerisinde akla dayanan bir sorgulama yapılabilmesi için mutlaka bir travma yaşanması gerekiyor. Ne kadar yabancı düşmanı olduğumuzu Hrant Dink’in ölümünden sonra öğrendik örneğin, koruculuk sisteminin nasıl bir sistem olduğunu anlamamız için de Mardin’de insanların ölmesi gerekti.

Travma sonrasında analiz yapmak belki sağaltıcı bir etkiye sahip olabilir, yaşadığımız acıyı rasyonalize edip kendimizi daha iyi hissedebiliriz ancak post-travmatik analizler ne olayın tekrarlanmasını engeller ne de başka bir travmanın gelişini.

Oysa bazı durumlarda gelecekteki travmalarımıza dair çok sağlam ipuçları elde edebiliyoruz. Bir futbol maçı, bir şarkı sözü ya da bir siyasinin konuşması ileride canımızı acıtacaklara dair çok iyi fikir verebiliyor. Kamuoyu araştırmaları da güvenmeyi başardığınız zaman Nostradamus etkisi yaratabilirler.

Yılmaz Esmer’in yeni tamamlanan “Radikalizm ve Aşırılıklar” araştırması bu tür kehanetleri içeren araştırmalardan biri. Kapsamlı saha araştırmasının bulgularına göre Türkiye’de insanlar birbirine güvenmiyor; erkeklerin çalışmasını, kadınların evde oturmasını tercih ediyor; içki içenlerden, mayo giyenlerden, eşcinsellerden ve ateistlerden rahatsız. Ayrıca en önemli müttefikimiz ABD’nin ve girmeye çalıştığımız AB’nin de ülkemizi bölmeye çalıştığını düşünenler yüzde 80’e yakın.

Kamuoyu araştırması sonuçlarını tek kişinin düşünceleri olarak okumaya çalışmak yanıltıcı olabilir ama yukarıda bahsedilen bazı oranlar Türk kamuoyunun neredeyse tek kişi gibi ortak bir görüşe sahip olduğunu gösteriyor. Bu ortak paydanın hoşgörüsüzlük, güvensizlik ve tehdit algısı olması bizi kaygılandırması gereken unsur.

Daha önce yapılan çalışmaların da bizlere benzer sonuçlar sunduğu göz önünde tutulursa; önümüzdeki 5 yıl içerisinde başımıza sayısız travma geleceğini söylemek yanlış olmaz. Bu kez travmalar gerçekleşmeden önce kendimizi sorgulamaya başlasak, daha doğru olur.

ARI Bülten, Mayıs'09

Monday, May 25, 2009

Bilgeliğin Yeni Direklerini Ararken…

Küreselleşmenin en iyi tanımlarından biri günümüzü zamanın ve mekanın sıkıştığı bir dönem olarak tarif eder. Bir çok şey aynı anda ve neredeyse aynı yerde gerçekleşir ve biz dünya vatandaşlarının önüne internet, televizyon, gazeteler ve dedikodular vasıtasıyla akar. Her ne kadar kendimiz büyük oranda seyirci olsak da, Youtube, Facebook, Twitter ve benzerleri her an her yerde olabilme duygusunu yaşamamızı sağlar.

Eğer Türkiye sınırlarında yaşıyorsanız zamanın ve mekanın sıkışmasını kat be kat daha yoğun yaşarsınız. İktidar partisini sarstığı söylenen yerel seçimleri, kabine değişikliği izlerken; henüz Mardin’de 44 kişinin neden öldüğünü anlayamadan Türkan Saylan’ın vefatı ve bir Cumhuriyetçi manifesto düşüverir önünüze. Güneydoğu’da açılımlar veya finansal krizin teğet geçip geçmediği gibi konular birbiri ardına gözünüzün önünden geçer ve kendinizi hızlı bir siyasal aksiyon filminin içinde bulursunuz.

Bütün bu sıkışma duygusu içerisinde insanların içlerine kapanmayı tercih etmeleri, gittikçe karmaşıklaşan dünyayı açıklamak için komplo teorilerine daha fazla itibar göstermeleri ya da yapışmadan akan giden televizyon şovlarını yaşamlarının eksenlerine koymaları şaşırtıcı olmaz. Hızlanan dünyanın bireyde yarattığı en büyük travma hiç birşeyin kontrol altında olmadığı duygusudur. Bu da bizi Ortega y Gasset’nin neredeyse 80 yıl önce uyardığı “dalgaların arasında sallanıp duran” kitlenin bir parçası haline getirir.

Oysa yaşamın hızlı akışına karşı sahip olmamız gereken esas duruş, tutunabildiğimiz, zamanın ve mekanın ötesinde var olabilen bazı sütunlar; kendimize kerteriz alabileceğimiz bazı kişiler, mekanlar ve tarihler bulabilmektir. Bu açıdan, Türk siyasetinin içinde bulunduğu iddia edilen türbulans ya da boşluk; bizlerin kendilerine tutunacak bir dal arayışlarının doğrudan sonucudur ve biz değişmeden ya da dönüşmeden, siyasetin arzuladığımız siyaset olmasına olanak yoktur.

ARI BÜLTEN-Nisan'09

YEREL SEÇİMLERİN GETİRDİKLERİ/GÖTÜRDÜKLERİ

Yerel seçimlerin üzerinden yeterince zaman geçmesine karşın sonuçların yorumlanması konusunda bir fikir birliği henüz oluşmadı. Seçim ertesi CHP’nin koşulsuz zaferini ve iktidar partisinin yenilgisini açıklamayan çoğunluk, sonuçların daha yakından incelenmesi gerektiğine dikkat çekenlerin yanında azınlığa düştü. Yerel seçimlerin genel seçimleri ne kadar temsil edeceği ya da herhangi bir araştırmanın erdeminin tahmin etmek olup olmadığı teknik tartışma konuları, kenara bırakalım.


Ancak AKP’nin oy kaybının altında yatan sebebin yaşanmakta olan ekonomik krizin etkileri olup olmadığı meselesine yakından bakmak yararlı olabilir. Ekonomik oy verme davranışı, seçmenin oy verirken ekonomik duruma baktığını ve ekonomi iyiye gitmişse hükümet lehine, gitmemişse hükümet aleyhine tavır takındığını iddia eder.


Kalaycıoğlu’nun 2007 seçimlerine dair yaptığı çalışma, ekonomik durumdan memnun bir seçmenin AKP’ye oy verme olasılığının, memnun olmayan seçmenlerin oy verme olasılığının tam 2.2 katı olduğunu göstermekte. Bu seçmenin CHP ya da MHP’ye oy verme olasılığı ise diğer seçmenlerin olasılıklarının yarısı kadar.


Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü’nün tam seçimler öncesinde sonuçlanan araştırma çalışması Türk seçmenlerinin sadece yüzde 23’ünün gelecek bir yılda ülke ekonomisinin iyiye gideceğine inandığını gösteriyor. Bu oran 2007 seçimleri öncesinde yüzde 32’ymiş. Esas büyük fark, ülkenin geleceğinden kaygılananların oranında: 2007 yılında “bir yıl içinde ülke ekonomisin kötüye gideceğini” düşünenlerin oranı yüzde 30’ken; Şubat 2009’da bu oran yüzde 52’ye yükselmiş. Başka bir deyişle, AKP’nin yüzde 47 oy oranına ulaştığı gün, iyimserlerle kötümserlerin oranı birbirine denkken, bugün kötümserler iyimserlerin iki katı orana çıkmış.


Seçmenlerin ekonomik beklentilerinde bu derece kötüleşmenin hükümetin oyu üzerindeki net etkisini bilemiyoruz henüz. Ancak ekonomik karamsarlıkta bu derece artışın sandığa yansımayacağını düşünmek için ekonomik oy verme kuramının tamamen yanlış olması gerek.


Eğer ekonomik oy verme davranışı ya da “rasyonel seçmen efsanesi” hala geçerliyse; 2011 yılında yapılması beklenen genel seçimlere kadar hükümetin bu karamsarlığı gidermesi gerekiyor. Gidermeyi başaramazsa ne olacağına dair ipucunu 2002’deki Genç Parti fenomeninde aramak şart.


ARI BÜLTEN-Mart'09

Saturday, March 21, 2009

Türk Halkı Obama'yı Destekliyor

Hülya Polat Washington19/03/2009

Türk halkı, Başkan Obama’yı destekliyor. İstanbul’daki İnfakto Araştırma Grubu’nca yapılan ankete göre, Türk halkının yüzde 57’si Obama'ya güveniyor. Hülya Polat araştırmayı yapan Infakto grubunun kurucusu ve başkanı Emre Erdoğan’la konuştu.Hülya Polat'ın söyleşisini sağ üst köşedeki bağlantıdan dinleyebilirsiniz.


http://www.voanews.com/mediaassets/turkish/2009_03/audio/Mp3/Copy%20of%20OBAMA%20ANKET%20EMRE%20ERDOGAN%20for%20web_1.Mp3

http://www.voanews.com/turkish/figleaf/mp3filegenerate.cfm?filepath=http://www.voanews.com/mediaassets/turkish/2009_03/audio/Mp3/Copy of OBAMA ANKET EMRE ERDOGAN for web_1.Mp3
Yerel Seçimler Sonrasında Türkiye

Şu ana kadar gidişat 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerin Türkiye için bir dönüm noktası olamayacağının ipuçlarını veriyor. Siyasi yelpazenin iki egemen partisi arasındaki bilindik retorik atışma, ülkenin kayda değer çoğunluğunun talep ettiği değişimden çok; mevcut siyasi kilitlenmenin pekişmesinin bir işareti olarak algılanmalı.

Oysa yerel seçimler çok farklı bir rol oynayabilirdi. Yerel yönetimden kastın sadece çöp toplamak, yol yapmak ya da yeri geldiğinde sadaka dağıtmak olmadığını göstermek için benzersiz bir fırsat makro siyasetin rutin dalgalanmaları arasında kaybolup gidecek. Özellikle siyasetten dışlanan kadınlar ve gençler için yerel yönetimlerde deneyim kazanmak bu kesimlerin siyasete mesafeli duruşunu değiştirebilirdi. Yerel Yönetimler yasasının sağladığı katılımcılık mekanizmalarını harekete geçirmek, yönetişimi moda bir kavram olmaktan çıkarabilirdi.

Şeffaflık prensibinin pratik uygulamaları bu ülkede saklısı gizlisi olmadan da hizmet verilebileceğini gösterebilirdi. Sosyal devletin nasıl çalışabileceğini gösteren uygulamalar, önümüzdeki dönemde vatandaşımızı korumanın en iyi yolunun sadaka vermek olmadığına bir kanıt olabilirdi. İmar planlarının katılımcı, şeffaf ve denetlenebilir şekilde değiştirilmesi, imar rantının hemşerilerle paylaşımı Türkiye için bir model oluşturabilirdi.

Ne yazık ki yerel yönetim için yaşanan kıran kırana rekabet saydığımız bu eksenlerden ziyade belirsiz bir rantın paylaşılması üzerinden gerçekleşiyor. Küresel krizin ve artık elle tutulur hale gelen durgunluğun çerçevelediği bir ortamda, seçmenlerimiz yukarıdaki vaatleri ne kadar benimserdi o başka bir tartışma konusu. Ama 3000’e yakın belediyeden sadece bir tanesi bile “değiştirebileceğimizi” gösterebilseydi; ülkemiz 10 yıl sonra çok farklı bir ülke olurdu.
Son bir not olarak müstakbel siyasi girişimcilerin girişimlerini seçim sonrasına ertelemeleri yeni rüzgarların gemimizi sağlam limanlara götürme umudunun ne kadar zayıf olduğunu göstermekte. Hiç maç yapmayacaksanız, bu kadar antrenman ne işe yarar ki?

ARI BÜLTEN, ŞUBAT'09
Dücane Cündioğlu'nun "Şöhret Halkın Zannıdır" yazısından alıntı... Hep hatırlayayım diye..


“Haysiyet, kişinin kendisine verdiği değerden ibarettir.

İtibar, bir kişinin değerli/seçkin kimseler veya çevreler (=havass) nezdindeki değeridir. Her itibar, bir itibar edeni (mutebir) gerektirir. “İtibar eden” yoksa, itibar da yoktur, muteber de. Yani muteber olanın itibarı sadece kendisine değil, başkalarına da bağlıdır. Başkalarının sağladığı itibar azalabilir de, çoğalabilir de. Kaybedilebilir de, tekrar kazanılabilir de.

Şöhret’e gelince, o, bir kişinin geniş kitleler (=avâm) nezdindeki değeridir. İtibar gibi şöhretin de varlığı başkalarını gerektirir. Şöhrette genişlik vardır, itibarda derinlik. Muteber, görüşlerine değer verilenler nezdinde değerlidir; yani sayıca az olan seçkinler nezdinde. Meşhur ise, şöhretini neredeyse adına ‘herkes’ denilebilecek denli geniş bir kitleye borçludur.

İtibar ile şöhret bir terazinin iki kefesi gibidir. Biri yükselirken, diğeri alçalır. Muteber kişinin şöhreti arttıkça itibarı azalır. İtibarı arttıkça da şöhreti…

Ortak yönleri, şöhretin de itibarın da her hâlukârda başkalarının bağışladığı bir vasıf olmasıdır. Meşhursan başkalarının sayesinde, sayıları çok (avâm) da olsa mutlaka başkalarının nezdinde değerlisin demektir. Mutebersen, yine başkalarının sayesinde, sayıları az (havass) da olsa muhakkak başkalarının nezdinde… Lâkin haysiyetliysen, haysiyet sahibiysen, sadece kendin sayesinde ve tabii ki sadece kendi nezdinde…”

Ey talib, unutma ki itibar da, şöhret de başkalarına borçlanmak demektir. Şöhrete ve meşhura değer verme! Şöhret değersizlerin değersizler nezdindeki değeridir. Riayet edilecek bir ahlâkı da, âdabı da yoktur. Kolay gelir, kolay gider. (Yunanca ‘doxa’, episteme’nin –kesin bilgi’nin– zıddı olup hem zan, hem de şöhret anlamına gelir.)

Şöhret halkın zannıdır. Zannın ise gerçek bir değeri yoktur!

İtibar ise öyle değildir; hiç değilse o, değerlilerin değerliler nezdindeki değeridir. İtibarı şöhrete tercih et. Edebli olan (=kurallara riayet eden) kazanır. Çünkü adâbı vardır. Bu yüzden zor gelir, kolay gider. (’İtibar’ın iş hayatındaki karşılığı ‘marka’dır.)

Sen ’sen’ ol ey talib, şöhret için de, itibar için de haysiyetini terketme! Başkalarının sana vereceği değeri gözeterek, kendi nezdindeki değerinden vazgeçme! Haysiyet sahibi olmak, ahlâk sahibi olmak demektir. Çünkü herkes haysiyeti kadarıyla ahlâk sahibidir. Bu yüzden o zor gelir, zor gider.

Halkın zannını boşver, sen de ehlinin görüşüne değer ver! Lâkin ‘Adem’ isen, ‘âdem’ olacaksan, değerini kendine önce kendin ver!

Tuesday, February 10, 2009

Turkiye Tarihinin En Onemsiz Secimleri (Subat 2009)

29 Mart 2009'da yapilacak olan yerel secimler, Turk demokrasi tarihinin en onemsiz secimlerinden biri olacaga benzer. Soyle hizli bir tarihsel tarama yapacak olsak, benzer onemsizlikte secimlere ornek olarak 1984 ve 2004 yerel secimlerini sayabiliriz. Onemli secimler nelerdi derseniz, 1989, 1994, 1999 yerel secimleri ve butun genel secimleri onemli secimler olarak addedebiliriz.

Onumuzdeki secimlerin bir kirilma noktasi olacagini umanlarin aksine tarihcilerin bu secimleri onemsiz olarak nitelendirmelerinin birinci sebebi, yerel secimleri hak ettikleri yere yerlestirmeleri olacaktir. Adi uzerinde yerel secimler gunun sonunda yol-boru dosemek ve havayi temizlemekle ilgilidir ve ne zaman farkli yorumlansalar, olmadik travmalara yol acmislardir. Bazi medya kuruluslarinin ve cikacak kaostan rant saglamayi uman bazi siyasi girisimcilerin beklentilerinin aksine bu secime secmenlerin en az yuzde 25'i sandiga gitmeyecek, gidenlerin yuzde 75'i de enflasyon, issizlik, ekonomi, teror, laiklik gibi ulvi konular yerine "yolum var mi", "suyum var mi", "havam temiz mi", "yokluga dusecek olsam bir tas corba veren var mi" gibi daha fani saiklerle oy vereceklerdir.

CHP kurmaylarinin bir kez daha "laiklik elden gidiyor" ekseni uzerinden strateji gelistirdiklerini ancak Gursel Tekin engeline simdilik takildiklarini gormekteyiz. Yanli yansiz butun anketler secime uc gun kala CHP oylarinda ongorulen patlamanin gerceklesmedigini gorunce "laiklik elden bir kez daha gidecek"; olmadi mi "AKP'nin yuzde 47 almasini engellemeliyiz"
kampanyasina gecilecektir. Bunun bir takim secmen uzerinde son derece etkili bir soylem oldugunu deneyim gosteriyor ama boyle bir adimin net getirisi spekulasyonlara acik.

Ersin Kalaycioglu 12 Ocak 2009'da Radikal'de yazdi,
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=916578
AKP 29 Mart secimlerinin galibi olacaktir. En fazla belediye baskanligini kazanan parti AKP'yken, Il Genel Meclisi'nde aldiklari oylarin da yuzde 42'nin hatta yuzde 45'in altina dusmesini beklemeyelim. Kampanyanin gidisatina bagli olarak yuzde 47 citasi bir kez daha zorlanabilir ve AKP secmeninden bir kez daha onay alir.

Kalaycioglu hocamizin deginmedigi bir konu da CHP'nin 29 Mart Zaferidir.
Buyuk olasilikla CHP yuzde 22-23 civarinda bir oy alacak ve parti 1995'te aldigi oyun yaklasik uc katina cikarak Baykal yonetiminin ne kadar basarili oldugunu kanitlayacaktir. Bu arada Istanbul ve Ankara kaybedilmis olabilir ancak Kadikoy, Besiktas, Bakirkoy ve Avcilar'in elde tutulmasi partinin Sevigen cizgisinin ne kadar dogru olduguna isaret olacaktir.

MHP'nin yuzde 15-17 civarinda oy oranini korumasi ve ongorulmedik bir iki belediyeyi kazanmasi bu partinin de cizgisinin dogru oldugunu bizlere gosterecektir.

Boylelikle gidisattan memnun olmayan biz secmenlerin ongorulerinin ne kadar yanlis oldugu tarih tarafindan bir kez daha gosterilecektir. Eger bir ulkede secmenlerin yuzde 90'i bir onceki tercihlerinden vazgecmiyorlarsa, sorun onlarda degildir.

Ha, son yirmi yilda ulkenin butun kaynaklari yagmalanmis olabilir.
Belediyelerle iliskili menfaat ceteleri hem sag hem sol kanatlardan butun bunyeyi sarmis olabilir. Yoksulluk utanilacak bir durum, cozumu ise sadaka dagitimi haline gelmis olabilir. Insanlarin gelecekten umutlari kalmamis olabilir, ama Beatles'in unutulmaz sarkisinda oldugu gibi, "hayat devam etmektedir".

Sizlerin onumuzdeki secimlerde en dogru olani yapmalarini dilemekteyim.. Benim icin en dogrusu copumu en iyi toplayan, hirsizligini en az gozume sokan, gorgusuzlugunden en az rahatsiz oldugum kisiyi 20 santimlik pusulada arayip bulmaktan gecmektedir.
Vatanseverlik Ustune...

.... Ikincisiyse, Davos'ta yasananlarin bicimsel sorunlari olsa dahi Turk kamuoyunda onay gordugunu artik idrak etmemiz gerek. Bu sabah kose yazarlarinin cogunun bu cikisi destekledigini goreceksiniz, kose yazarlari toplumun haleti ruhiyyesini iyi sezen kisiler oldugundan ruzgara karsi isememeleri, kamuoyunun ne yonde dusundugunu acikca gostermektedir.

Aramizdan bazilarinin "biz ....olarak kamuoyunun onaylamadigi cikislarda bulunduk ve tarih bizi hakli cikardi" diyebilir. Ama o cikislarin arkasinda ciddi bir bilgi birikimi, kayda deger bir bilgilendirme cabasi ve kamuoyunda sagduyunun sesi olma kaygisi yatiyordu. Bu son krizde herhangi bir caba harcamadan dogrudan Basbakan'i suclama cabasina girilmesi, ....kamuoyu olusturma islevini sorgulamamiza yol acar.

Kamunun begendigi herseyin iyi oldugunu soyleyecek degilim. Hele kamunun kayda deger kismi Maya Arakon hocanin belirttigi sekilde vandalizme kolayca sapmak egilimindeyse... Ama vatansever olmak, vatani icindekilerle beraber kabul etmeyi gerektirir. Vatandaslariniz yuzunden vataninizdan vazgecebiliyorsaniz, vataninizla problemli bir iliskiniz var demektir.
Siyasal gorusu ne olursa olsun ben vatanseverligi (patriotism) herkesin ortak paydasi olarak gorme egilimindeyim. Benim vatansever olmak icin cok fazla nedenim var, dedemin Istiklal madalyasindan baslayip babamin Anadolu'da hakim olarak gecen 20 yilindan bahsedebilirim ya da bugune kadar bu vatanin bana sagladigi olanaklarla Devlet okullarinda bila bedel okuyup kendim olabildigim icin kendimi borclu saydigimi soyleyebilirim.

Turkiye'de yasanan herseyi onayladigimi soyleyemem. Hepimizi sarmakta olan kasaba muhafazakarligini, iktidar partisinin soz dinlemez otoriterligini, "muassir medeniyete ulasma" iddiasindan vazgecilmesini, tore cinayetlerini, kadinlara ve azinliklara yapilan baskilara, nevzuhur burjuvazinin gorgusuzlugunu, gencligin her gun yuzyuze geldigim ataletini ve bir cok seyi kabul edemiyorum. Ama degistirmeye caba harcanmasi gerektigini dusunuyorum.
Rakel Dink'in yurek daglayan sozunu hatirliyorum, "bir bebekten bir katil yaratmak"... Bize rahatsizlik veren herkes, bir zamanlar bebekti ve onlari bu hale getiren mekanizmalar sorgulanmalidir. Vatansever aydinlarin gorevi, terk edip gitmek degil; degistirmeye calismaktir.

Eger ...., "ya sev ya terk et" diyenlere "seni bile seviyorum ve seni bile degistirecegim" iddiasiyla yanit vermiyorsa; ulkesini terk etmek bu kadar kolay gelen insanlardan olusuyorsa; bunu da sorgulamamiz gerekiyor.
Gazze'nin Düşündürdükleri (Aralık 2009)

Gördüğüm kadarıyla savaş sadece Gazze’nin sokaklarında değil, başta Türkiye olmak üzere üçüncü ülkelerin medyasında da yaşanıyor. Türk medyasının şiddet ve kana düşkünlüğünü kanıksamaya başlamıştım ama bu son 15 günde yapılan şiddet pornografisinin düzeyi sosyal psikologları kaygıya boğmalı bence. İçimizdeki mazoşist bireyi bile rahatsız edecek derecede bir görsel kirlenme televizyonlardan ve gazetelerden üzerime fışkırıyor ve akl-ı selime yer bırakmıyor.

Gazze’de yaşananlardan dolayı üzülmemem ya da realist dış politika hesapları arasında bebekleri yok sayılabilir elemanlar varsaymam mümkün değil. Gördüğüm her bebek/çocuk/kadın fotoğrafı içimden bir şey kopartıyor ve Gazze’de olanlara arkamı dönmeme yol açıyor. Bir yandan da düşünüyorum bir çok yerde bu konuda derin bir sessizlik olmasının nedeni bu çamur yağmurunun altında gözlerini kapalı tutma çabası mı? Farklı görüşlere ve yanlışlanmaya önem veren bireyler olarak konu üzerinde düşünürken acaba İsrail’i haklı çıkaracak bir cümle kurabilme olasılığını mı kendimize yediremiyoruz? Gördüğümüz bebek cesetleri mi bizi genel geçer bilgiyi ve ülkemizdeki hamaseti sorgulamaktan uzak tutuyor bizi?

Büyük olasılıkla yaşanan acıların büyüklüğü ve neredeyse elle tutulabilirliği konuyu söylem-tartışma dışı bir yere oturtuyor. Oysa acı çekebilmek, empati duyabilmek ve tartışabilmek aynı vücutta yer alabilmeliydi.

Defalarca bu konuda bir şeyler yazmam gerektiğini düşündüm, defalarca da yeşil emzikli bir bebek cesedi geldi gözümün önüne ve yazamadım. Yazmak/düşünmek sorgulamaktır ve kendinizi birden ruhsuz reel politika uzmanlarınızdan biri olarak bulabilirsiniz. Örneğin Newsweek (Türkçe) bu sayısında Gazze’yi tartışıyor ama sivil hedeflere saldırı konusunda tek bir cümle bulamıyorsunuz koca dergide… Ya, ölen çocuklardan/kadınlardan bahsetmeden Gazze’den bahsetmek nasıl mümkün? Irak’tan, Afganistan’dan, Güngören’den ya da Diyarbakır’dan nasıl ölen çocukları yok sayarak bahsedebilirsiniz ki?

Eğer bireylerin –Flanders tarlalarındaki gelincikler gibi- bir bomba ya da kurşunla henüz yaşanmadan sona eren yaşamlarını denklem dışında tutarsanız, nasıl anlayabilirsiniz ki?

İşte biz sıradan vatandaşların bugünlerde kendilerini buldukları açmaz bu: Kalbinin/vicdanının sesini dinleyip yargıya varmak ve sorgulamamak; ya da dış siyaset uzmanlarının ak saçlı ruhsuzluğuna bürünüp reel politika tartışmak…

Ben ikisinin arasında bir yer olması gerektiğine inanıyorum. Ne medyanın bize ilettiği/iletmeyi tercih ettiği görüntüler yargılarımızda son sözü söylemeli; ne de reel politikin ucuz hesapları… Bir şekilde kendi düşünsel yolumuzu bulabilmemiz ve vicdan rahatlığıyla bir karar varmamız gerekiyor.

Karara vermemiz gerekiyor çünkü bugün kararsız olmak en büyük günah… Gazze’de olanlar hakkında bir yargımız olmalı –yargılamamız değil- ve yaşamı anlarken bu yargımızı kullanmalıyız. Çocuğumuzu büyütürken, işimizi yaparken, oyumuzu kullanırken.. Bugün yargımız olmazsa; gelecekte yargımız olma hakkını tamamen kaybedeceğiz.

O yüzden, canımız acısa da tartışmamız gerekiyor; tartışırken de canımızın acıdığını asla unutmamalıyız.

- Israil’i suçsuz bulmamız imkansız, motivasyonları ne kadar haklı olursa olsun; son 15 günde yaptıkları –Kızılhaç’ın tanıklığı bile yeter- Israil’i suçlu bulmamız için yeterli. Buna ses çıkarmayan İsraillileri ya da varsa küresel Yahudi uzlaşmasını da suçlayabiliriz, çünkü bu acıları en iyi onları bilmesi gerekiyor.

- Hamas’ı suçlamamız gerekiyor, kendi halkını bu denli acı çekmeye itecek bir siyasal körlük içinde olduklarından dolayı. İktidarda oldukları her günü vatandaşlarının yaşamını iyileştirmek yerine arkaik bir ideolojiyi yeniden üretmeye harcadıkları için. Güçsüzlüğün de güç olabildiğini görebilmek için çocukların ölmesini bekledikleri –ve belki de istedikleri için-…

Öte yandan El-Fetih’in yağmacılığını ve Filistinlilerde yarattığı tiksinme duygusunu ne yapacağız? 1993 sonrasında ülkeye gelen fonları kendi ceplerine aktarmaları ve gerillalardan takım elbiseli soygunculara dönüşmeleri unutulabilir mi? Onların Filistinlilere karşı duyarsızlığı Hamas gibi bir siyasi ucubenin yolunu açmadı mı? Hamas’ın mutlak kötülüğü, El-Fetih’i “iyi” yapıyor mu?

Ortadoğu’nun despotik kuklalarını ne yapacağız? Yıllarca petrolden kazandıkları paraları görgüsüz zenginliklerine akıtırken Filistinlileri asla kendilerinden saymadıklarını göz ardı edebilir miyiz? Dubai’de petrol paralarıyla adalar yapılır ve kuleler yükselirken; her doğan Filistinli açlık ve yokluk içerisinde ölmeye mahkumdu. Herhangi bir Arap işbirliği duyduk mu Filistin’e yardımı hedefleyen? Yoksa onlar da mı kendi ülkelerinde Hamas türü bir reaksiyondan korktukları için El-Fetih’i mi tercih ediyorlar? Reel politik açıdan despotik kuklalar iyidir El Fetih, El Fetih iyidir Hamas denklemi kurmak mı mümkün?

Üzerine kurulduğu değerlerin savunulmasını Sarkozy’ye bırakan Avrupa Birliği’yle iki başkan arasında bi-namaz ABD’yi de bir kenara bırakmamız gerekiyor o zaman; reel politik çıkarlarını bebeklerin yaşamına tercih ettikleri için…

Bütün bu çirkeflikler içerisinde, biraz acul da olsa; gereğinden fazla göz yaşına bulanmış da olsa, Filistinliler için gerçekten üzülen bir halkın hükümetinin çıkışlarını mı eleştirmemiz gerekiyor? Çıkışlar basiretsiz, girişimler sonuçsuz kalsa da, Cumartesi günü akan gözyaşlarının gerçek olduğunu nasıl yok sayabiliriz ki?

Hükümetin girişimleri eksik/başarısız/yetersiz olabilir; tarihe göndermeler yapay kalabilir, ancak hepimizin yaşadığı üzüntüyü uluslar arası alana taşıdığı yadsınabilir mi?

Hiçbir akrep ve yelkovanın doğruyu göstermediği bu saatte; en azından Türkiye acı duyduğunu göstererek onurunu korumuş sayılmaz mı?

Reel politik ne kadar gerçek olursa olsun; ben bu süreçten namusuyla çıkmanın daha önemli olduğuna inananlardanım…
Gazze’den Soframıza…(Ocak 2009)


Yüksek tansiyonlu bir yıl olan 2008, bizleri gelecekten pek de umutlu kılmayacak bir biçimde sona erdi. Ucunun nereye varacağı belirsiz küresel mali kriz yılbaşı keyfini gözle görülebilecek kadar azaltırken; Gazze’de yaşananlar medyanın da katkılarıyla beraber vicdan sahiplerinin canını acıtmaktan geri kalmadı.

Gazze sorununa ak saçlıların gerçekçi dış politika perspektifinden değil de, “ya ben de orada olsaydım”, “o bebek benim bebeğim olsaydı” gibi ilk bakışta duygusal gelen ama gerçek bir insancıl bakış açısıyla baktığımızda; insanoğlunun kendi düşünceleriyle inşa ettiği dünyanın kendisi için ne kadar öldürücü olabildiğini görebiliyoruz. Tıpkı dünyadaki canlılar arasında depremlerde kendi yaptığı yuvasının altında kalıp ölebilen tek canlı türü olduğumuz gibi haricimizdeki dünyayı anlamak için geliştirdiğimiz paradigmalar da hariçtekiler ve bizim için öldürücü olabiliyor.

ARI Hareketi üyelerinden Oğuz Alyanak’ın bahsettiği gibi (Radikal, 2/1/2009) başta Huntington olmak üzere gerçekçi dış politika savunucularının düşmanca dünya tasviri; İsrail gibi “ötekinden korkmak” konusunda haklı gerekçelere sahip bir ülkeyi, Faustvari bir dönüşüme itip “ötekinin ölümü” haline getiriyor. Muhtemelen İsrailli politikacılar sonucun süreci haklı çıkardığını düşünüp bebek ölümlerini bir muhasebe sorunu olarak görmeye çalışıyorlardır.

Bu tür bir gerçekçi körlük dünya kamuoyunu yaşananlara karşı katlanılmaz bir mühendis duyarsızlığına iterken, genelde hal ve tavrından şikâyetçi olduğumuz ülkemiz belki de tek onurlu çıkışı yaptı. Siyasi iktidarın diplomatik ataklarından çok, hemen her sofrada yenilen yemeğin boğaza takılmasıyla yaşanan kolektif empati duygusuna odaklanmalıyız bu nedenle. Her ne kadar Filistin sorununa Arap ülkelerine kıyasla biraz mesafeli yaklaşan bir toplum olsak da son yaşananlara vicdani tepki verebilme konusunda benzersiz bir rolümüz oldu.

Dış politikayı gerçekçi araçlara yürütenlerin dünyamızı ne hale getirdiklerini gördük. Belki de sıra dünyayı vicdanıyla algılayanlara gelmeli. Belki de, bu ülkenin çıkış yolu toplumsal mühendislikte değil; komşusu açken tok yatamayan vicdanlı insanların gelecek rüyalarında. Belki de sıra yalnız ve güzel ülkemizin insancıl güzelliğini yeniden keşfetmeye çalışmakta…

Tuesday, January 20, 2009

Tahammülsüzlüğün Madde Hali…

İlk bakışta ilişkisiz gözükse de, Aralık ayının iki gelişmesi ülkemizin içinde bulunduğu ruh halini çok açık bir şekilde sergiledi. Önce bir grup aydının 1915’te yaşananlardan dolayı özür dileme girişimi ülkemizde farklı görüşlere ne kadar katlanılabildiğini gösterdi. Cumhurbaşkanı’nın annesine kadar uzanan suçlama/yaftalama süreci, farklı görüşlerin yarışabildiği bir ülkeyi düşleyenleri umutsuzluğa sevk etti. Diyalektik bir sentez arayışı beklemek aşırı bir iyimserlik olsa da, farklı seslere katlanılması konusunda ilerleme kaydedildiği inancı sarsılmış durumda.
Öte yandan, Binnaz Toprak ve ekibi tarafından gerçekleştirilen saha çalışması ülkemizde farklı yaşam tarzlarına –din, dil, inanç, cinsel yaşam vs.- karşı tahammülün olmadığını ve bireyler üzerinde kayda değer bir “mahalle baskısı” bulunduğunu ortaya koydu. Yöntem tercihi uzun süreli tartışmalara davetiye çıkarsa da, ortaya konulan olgu metotla gizlenemeyecek ve gözle görülecek kadar açık. Toprak’ın da düşüncelerine katılmayanlar tarafından hafif dozda bir baskıya tutulması farklı görüşlere tahammülsüzlükte kimsenin diğerinden eksik kalmadığını da gösterdi.

1990’lardan bu yana yapılan birçok saha çalışması ülkemizde tahammülün pek de yaygın bir pratik olmadığını ortaya koymaktaydı zaten. Türkiye çok sayıda ülke arasında eşcinsellere, farklı dindekilere, farklı etnik kökene sahip olanlara ve farklı siyasi görüştekilere katlanamama konusunda neredeyse bir rekor sahibi. Buna ilaveten toplumumuzda bireyler arası güvenin de son derece düşük olduğunu ve bu iki olgunun yaş, eğitim, gelir ve siyasi görüşten bağımsız yaygınlığa sahip olduğu da bilinen bir şey. Bir başka deyişle hoşgörüsüzlük ve güvensizlik Türk toplumunun alamet-i farikası olmak üzere.

Daha iyi bir Türkiye düşleyenlerin önündeki en büyük engel küresel kriz, buluttan nem kapan seküler kaygılar ya da ülkenin karşısındaki mütemadi bölünme tehdidi olmayacak. Daha güzel günler için aşılması gereken engel, bizi bu kadar tahammülsüz ve güvensiz kılan somut nedenler; hiç de kolay gözükmese ve iyi niyet sahibi girişimcilerin gözünü korkutsa da…